Foti Benlisoy'un "21. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası" Kitabı Vesilesiyle:
TAHRİR KUŞAĞI, ‘DEVRİM’ KELİMESİNİ HAYATIMIZA
İADE ETTİ
Osman
Akınhay
Bu ay Foti Benlisoy’un, son yıllarda
ülke içinde ve dışında yaşanan olağandışı gelişmelerden yola çıkarak kaleme
aldığı çeşitli yazı ve makalelerini biraraya topladığı kitabı yayınlandı: 21. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası.
Benlisoy’un geniş bir önsözle sunup güncel bir son makaleyle bağladığı bu eserin
önemi, kitabın başlığında da ifadesini bulan iki temel eksen üzerinden
okunabilir.
Fakat ondan önce, kitabın malzemesini
de oluşturan, son yirmi küsur yılın karakteristik ve hepsi de birer dönüm
noktası olaylarına bir kez daha göz atalım. Ki bunlar aynı zamanda, 1989’da
Sovyetler Birliği’nin ve ‘sosyalist’ bloğun çözülüşü ve hemen akabinde Berlin
Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte ‘ölü toprağının serildiği’, aynı olgunun
Fukuyama gibi neo-liberal şampiyonlarca ‘tarihin sonu’ diye ilan edildiği
günlerden sonra, kitlelerin ilk defa siyaset sahnesinde ‘atak biçimde’ yeniden
boy gösterdiği bir olaylar silsilesine işaret eder:
2005’te Fransa’da varoşlarda
ayaklanan göçmenlerin, Sarkozy’nin yasalarına karşı seslerini var güçleriyle
haykıran gençlerin yürüyüş/gösterileri; Yunanistan’da birkaç yıldır bütün
ülkeyi ve toplumun bütün katmanlarını saran grevler, direnişler, isyanlar;
Avrupa’nın güneyinde neo-liberal politikalara karşı kitlesel gösteriler,
İngiltere’ye ve Almanya’ya sıçrayan büyük grevler, Avrupa Birliği’ni ve dünyayı
yerinden oynatan büyük ekonomik kriz; New York’ta Wall Street’te başlayan ‘The
Occupy’ hareketlerinde temsil edilen orta sınıfların hayat güvencelerini ve
rejimin dayanağı olma hasletlerini kaybetmelerinin gözlendiği devasa
çaresizlikler; ve nihayet, ‘beklenmedik’ biçimde patlayan, bu vasfıyla
devrimlerin tarihte hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkışıyla da paralellik arz
eden Tunus, Mısır, Bahreyn eksenindeki kitlesel başkaldırılar, bunu izleyen
Libya ve Suriye’deki gösterilerin sırtından tezgâhlanan ‘restorasyon’
girişimleri; ve en nihayet, bizim ülkemizde, asimetrik bir güç dağılımını
gösteren cılız sosyalist sol ile Kürt hareketinin sırtındaki, yeni otoriter
yönelime karşı direniş cephesi.
Alt alta sıralanınca hayli kalabalık
ve karışık görünen, fakat gerçekte de önemli bir ‘değişim’e işaret eden bu
olayları ‘iki eksen’de şöyle tercüme edebiliriz: Birincisi, çok büyük kısmı dev
tarihçi Eric Hobsbawm’ın ‘aşırılıklar çağı’ diye tarif ettiği alt üst oluşlarla
yaşanan, iki büyük dünya savaşıyla çok sayıda bölgesel ve iç savaş gören ve
kapitalist emperyalizmin ‘devrevi zaferi’yle sona eren 20. yüzyılın ana
belirleyicileri ile; Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’ne karşı Batı’nın
palazlandırıp cilaladığı ‘yeşil kuşak’ın mirasını devralan El Kaide’nin 11
Eylül 2001’deki saldırılarıyla başlayıp, sonra ‘güvenlik devleti’ panzehiri
üzerinden bütün dünyayı bir mengene gibi sıkmaya başlayan yeni-neo liberal
dönemle ve Fransa’daki varoş isyanlarıyla başlayan bu devrimci dalganın
‘tarihin silkinmesi’ne tekabül ettiği 21. yüzyıl başının belli başlı
parametreleri arasındaki karşıtlık.
İkinci eksen ise, Avrupa ve Kuzey
Afrika’da dalga dalga yayılan kitlesel hareketlenmelerin, artık iyice
unuttuğumuz, ironik biçimde 20. yüzyıl sonunda “dünyanın sonunun akıllara
getirilip, kapitalizmin sonunun tasavvur edilemediği” bir dünya tahayyülünü
kesintiye uğratacak şekilde, ‘devrim’ kavramının yeniden politik lugatimize ve
siyasal tahayyülümüze geri döndürmesi.
Bu bağlamda Benlisoy’un yazdıkları
aslında, son beş-altı yıldır ara ara parlayan bir şekilde tanık olduğumuz,
fakat son dönemde, bilhassa 2008 sonlarında patlak veren dünya-kapitalist
ekonomik krizinden itibaren iyice hızlanan ‘tarihin tekerleği’yle birlikte bir
‘teorik karşılıklar arama’ manzumesini oluşturuyor.
Nitekim, Benlisoy’un kitabının en kıymetli
yanı, eninde sonunda bir ‘Tahrir kuşağı’ çıkartan bütün bu olayları ve
kalkışmaların ‘aşağıdan’ boyutunu ‘devrimci süreç’ olarak nitelemesi ve gerek
polemiklerinde, gerekse analizlerinde, tartışmalarının odağına ‘devrim’
kavramını oturtması. Analizinin temel mantığını da, hem yüz yıl önceki
‘ustalar’ın teorik mülahazaları ışığında gerekse yüz yıl sonraki güncel
hareketliliklerin inceden inceye gözlenmesi bağlamında, ‘devrimin talihi’ni ve
‘devrimci sürecin akıbeti’ni gözeterek kurması.
Bütün dünyada neo-liberalizmin ezici
hakimiyetinin de büyük etkisinin bulunduğu ‘solun teorik kısırlığı’
koşullarında, Benlisoy’un bütün mülahazalarının bu çerçevede kurulması başlı
başına bir kıymet. Fakat tabii, kitap içindeki bazı polemiklerden görüleceği
üzere, yazarı bir sürü karşı-saldırıya da maruz bıraktırıyor. Ki bu
saldırılardan en vahim olanı, hangi tarafın haklı haksız olduğu bir yana, yazar
tarafından ‘devrimci süreç’in göstergelerine işaret edilmesinin de, yazarın
muarızları tarafından ‘devrim’in ‘olmadığı’nın, ‘olamayacağı’nın, olan bitenin
bir ‘komplo’dan ibaret olduğunun bağrılmasının da davullu zurnalı bir taşlama
ayinine çevrilmek istenmesi.
Oysa, Benlisoy’un Mesele dergisinin Nisan sayısındaki
röportajının başlığında vurguladığı üzere, bu süreçten hareketle, “Kapitalizmin
sonunu düşünebiliyor olmamız bile devasa bir adım” iken, Fransa’dan
Yunanistan’a, Wall Street’ten Tahrir’e, Bahreyn’den Diyarbakır’a esen rüzgârın
‘aşağıdan kitleler’in davasına neler katacağının üzerinde durulması değil midir
asıl arzu edilir olan?
Şurası bir gerçek: Kapitalizme toptan
ya da ağır bir darbe indiremediğiniz sürece, bütün devrimci süreçler ve
kalkışmalar tarihsel görecelilik içerisinde ‘kısa süreli’ kalacaktır. Paris
Komünü’nden Ekim Devrimi’ne, Meksika Devrimi’nden Afrika’daki uyanışlara,
Hindiçin’den Ortadoğu’ya değin tarih bu minvalde seyretmiştir. Naçizane, Ölülerimiz Bir Tutar’da kurduğum bir
cümleyle, “Modern tarih kısa dönemlerde -devrimler ve karşı devrimlerle-
yazılıyor, uzun dönemlerde -bastırma ve restorasyon hamleleriyle- hazmediliyor.”
Tahrir’den Diyarbakır’a olmakta olan da, hazmedilerek boğulmak istenen de
budur.
Atina-Tunus-Tahrir-Diyarbakır hattı
bir ‘devrimci kalkışma’ya işaret etmekte, Libya-Bahreyn-Suriye hattı da ‘kanlı
bir restorasyon’un durakları olmaktadır. Fakat Benlisoy burada, ‘devrimci
dinamiğin’ ne Kuzey Afrika’da, ne Ortadoğu’da, ne de Güney Avrupa’da henüz
tamamen sönmediğini; kitlelerin aşağıdan mobilizasyonu devam ettiği müddetçe bu
dinamiğin ateşinin diri tutulabileceğini vurgulamaktadır. Hele ki, dünyamız,
kapitalizmin dünyasal krizinin ‘aşılması’ sürecinde, bütün insanlığı daha
karanlık sulara sürüklemeye aday iken.
‘Devrim’ kelimesinin siyasal
tahayyülümüze girmesinin can alıcı önemi de yine burada ortaya çıkar. Çünkü
küresel kapitalizm belli ki, bütün emekçilerin ve işsizlerin cehennemi olan ve
neo-liberalizmin ilk aşamasını da aratacağı aşikar görülen ‘esnek
üretim/istihdam rejimi’ni yerleştirmenin yolunu yeryüzünün her köşesinde
otoriterizmin/faşizmin yerleştirilmesinde görmektedir. Yani, küresel
kapitalizmin ‘aşırı 20. yüzyıl’ın ertesinde, insanlığa bütün sunabileceği ‘daha
da aşırı bir 21. yüzyıl’ olabilmektedir ancak.
Böylesi koşullarda, ‘devrim’
kerterizi dışında, tamamen ‘defansif’ kurulan arayışlarla bu ‘devasa saldırı
planları’nın önünü kesmeyi tartışmak pek mümkün değildir. Ki bu ‘kerteriz’i göz
önünden ayırmamak, umarız ki, önümüzdeki dönemde belki daha ‘enternasyonal’
yönelimli ortak mücadele ve örgütlenmeleri de siyasal tahayyülümüze dahil
ettirebilir. Benlisoy’un kitabı en azından bunları ‘düşünme’yi sağlıyorsa,
çalışması önemli bir (teorik) çabayı temsil ediyor olsa gerektir.