roman cümlesi

"İnsan hayatı, okunması gerekli kitapların yanında çok, ama çok kısadır. İyi bir okuyucunun okuyabileceği kitap sayısı iki, üç bini geçmez. Bu nedenle asla rastgele okumamalıyız. Ben kitap değil, yazar okuyun derim." (Mehmet Eroğlu)

27 Aralık 2011 Salı

Mesele Dergisi 2012'ye Emek Dosyasıyla Diyerek Merhaba Diyor

Yayın hayatında 5 yılını dolduran Mesele Kitap Dergisi'nin 6. yılındaki bu ilk sayısında, ana konuyu 2012 yılında işçiler ve emekçiler için hayatı çehenneme çevirmeyi amaçlayan sermayenin ve iktidarın emek politikaları ele alınıyor. Ayrıca Murathan Mungan, Elif Şafak, Hüsnü Arkan'ın romancılıklarıyla ilgili yazı ve söyleşiler, ünlü futbolcu Socrates'in ölümüyle ve Dersim'le ilgili yazilar yer alıyor...

22 Aralık 2011 Perşembe

Jean Seberg, Naşit, Cahit Irgat ve gelecek program... (Mehmet Güreli - Taraf)


"Bir haftadır Maurice Guichard’ın Jean Seberg kitabıyla haşır neşirim.Günaydın Hüzün ve Serseri Âşıklar’ın yıldızıyla dolaşıyorum sokakları."

Bugünün en büyük korkusu çaldı belki de kapıyı.
Acının anlatımından duyulan endişenin artık gözlerde de okunabilirliği.
Bazı kavramlarla, yapay malzemelerle örtülmüş ele alınan konuların içinde hiçbir şey olmaması.
Yalanların son aralığı ve çatlak duvarlar.
Doğarken yaşanan esnekliğe geri dönüşün sinyalleri.
Zaman, bilindiği gibi yaşanmamışlıklarla, çaresizliklerle ya da pişmanlıklarla hiç ilgili değildir.
Neyin eksik, neyin fazla olduğunu da bilmez.
Hele, yıkılan binaların, sokaklarda dolaşan insanların hikâyelerinden tamamen uzaktır.
Akar gider gün boyu.
Zaman sadece sayıklar uykusunda...
Belli etmez.
“Bir insanın kendisi doğru ise,” der Konfüçyüs, “emir vermesine lüzum yoktur, her iş kendiliğinden yürür.
Eğer kendisi doğru değilse, isterse emir versin, kimse dinlemez onu.”
Ve sorar:
“Kim kapıdan geçmeden dışarı çıkabilir? O halde insanlar neden bu yoldan gitmiyorlar?”
Hemen geçmişin tozlu raflarında bizi çok ilgilendiren bir sinemanın fotoğrafına baktığımızda ne görüyoruz?
Afişte bir Stanley Baker, bir Hardy Krüger filmi mi?
Evet, onlar kim? dediğinizde bozulmuyor anılar.
Onlar yine oradalar.
Dolaşıyorlar yalnız.
Her hafta gelecek programı merak ediyorlar.
Sabırsız veletler biliyoruz, diyorlar, çabuk geçer birkaç gün.
Sokakta Onat Kutlar’a, Antonioni’ye, Truffaut’ya ya da Nerval’e, Flaubert’e rastlama şansınız da yok.
Hele Safiye Ayla, Münir Nurettin Selçuk konserleri de bir hayal.
Eski adı Saray Sineması...
Hafif hafif sönüyor ışıklar, bir Sergio Leone filmi başlıyor.
Bir haftadır Maurice Guichard’ın Jean Seberg kitabıyla haşır neşirim.

Günaydın Hüzün ve Serseri Âşıklar’ın yıldızıyla dolaşıyorum sokakları.

Sonra Cahit Irgat’ın Çok Yaşasın Ölüler’i çıkıyor karşıma. Oğlu şair Mustafa Irgat’ı selamlıyorum.
Çiçek Pasajı’na sürükleniyorum, Cahit Irgat’ı yine görür gibi oluyorum...
Şöyle yazıyor Cahit Irgat, üstat Naşit için:
“Bir sonbahar akşamıydı. Karınca yuvası gibi insanlar kaynaşıyordu. Şehzadebaşı Millet Tiyatrosu sonraki adıyla Turan Tiyatrosu merdivenlerinde itişip kakışanlar, fıstıkçılar, gazozcular, kâğıthelvacılar... Yirmi beş kuruştu galiba o zaman tiyatronun fiyatı. Ekmeğin okkası on kuruş olduğu günler.
Aldım bileti, en ön tahta koltuklardan birine oturdum. Yüz paraya gazozumu içtim, simidimi yedim.
Perde arkasında olan biten, bütün konuşulanlar duyuluyor oturduğum yerden.”

mgureli@hotmail.com



Mehmet Güreli - Taraf

19 Aralık 2011 Pazartesi

"Agora Sanata ve Hayata Soldan bakıyor" - Birgün Kitap

Agora Kitaplığı editörü Osman Akınhay, Birgün Kitap'ın "Diyojen'in Fıçısı" köşesinde Volkan Alcı'nın konuğu oldu. Alcı Akınhay'la 2003 yılında kurulan Agora Kitaplığı'nın editörü Akınhay'la 8 yıla 340'ı aşkın kitap sığdıran Agora'yı, yayıncılık anlayışını ve yayınladığı kitapları konuştu.



14 Aralık 2011 Çarşamba

Susan Sontag ve 'Metafor Olarak Hastalık - AIDS ve Metaforları' üstüne bir yazı


Not: Gözde Demirel'in Susan Suntag'in 'Metafor Olarak Hastalık - AIDS ve Metaforları' isimli kitabına da değinen http://www.antidepressan.com/ adresinde yayınlanmış olan yazısı...
Gözde Demirel: Çağımızın vebası, ülkemizin körlüğü

AIDS çağımızı her ne kadar etkilese de Türkçede AIDS hakkında yazılan edebi eserleri bırakın, çeviri bile bulmak çok zor… 
‘Çağımızın vebası’ olarak da anılan AIDS, başta Afrika ülkeleri olmak üzere dünyayı tehdit etmeye devam ediyor. Dünyada 34 milyon kişi AIDS hastası her yıl milyonlarca kişi bu hastalık nedeniyle hayatını kaybediyor. Çok daha fazlası ise hayata tutunmaya çalışıyor.  Üstelik dünyada annesi nedeniyle AIDS’li olarak doğan milyonlarca çocuk yani AIDS’li nesiller bulunuyor.
AIDS çağımızı her ne kadar etkilese de Türkçede AIDS hakkında yazılan edebi eserleri bırakın, çeviri bile bulmak çok zor. Dünya edebiyatında bu hastalık zaman zaman kendi adıyla zaman zaman metaforik anlatımlarla ciddi bir yer edinmeye başlasa bile ne yazık ki bu etki hala Türkiye’ye ulaşabilmiş değil. Üstelik ülkemizde hala bir AIDS hastasıyla el sıkıştığında bile hastalığı kapacağını zanneden, AIDS hastalarından köşe bucak kaçan ve onlara adeta ‘hayvan’ muamelesi yapan insan(!)lar mevcut.
Meksikalı yazar Mario Bellatin’in bu yıl Notos Kitap tarafından da çevrilen kitabı ‘Güzellik Salonu’ kitabındaki öykülerle başta “AIDS” ve “Homofobi”nin yanı sıra toplum önyargılarından da ustaca bir dille bahsediyor. Alegorik anlatımların sıkça kullanıldığı kitaptaki ironiler insanı acı acı gülümsetiyor.
AIDS’i konu alırken bahsetmemiz gereken bir başka kitap ise Susan Sontag’ın ‘Metafor olarak Hastalık – AIDS ve Metaforları’.  “Amerika’da” gibi bir başyapıta imza atan, hem yazdıkları hem de yaptıkları ile çağımızın önemli figürlerinden biri olan Sontag, AIDS’in doğal bir fenomen olduğunu vurgulayarak onu hastalığı anlamak için ona metaforik olarak bakılması gerektiğini savunuyor. AIDS’e ait mitlere ciddi eleştirilerin yer aldığı kitap “damgalara” inat insanı savunuyor.
Öte yandan biz hem toplum hem de edebiyat olarak AIDS’i reddetmeye devam edelim 1990’lardan itibaren AIDS dünya yazınında sıkça ele alınıyor. AIDS’in bir hastalık olarak tanıtımından öte yaşam içindeki bir “gerçek” olarak anlatıldığı kitaplar raflarda yerlerini alıyor. Buna bir örnek de Allan Garganus’un ‘Plays well with others’ ( Başkalarıyla İyi Oyna)kitabı… Kitapta AIDS hastalarının yaşadıkları günlük hayatlarının akışında anlatılıyor. “Başkalarıyla İyi Oyna” öyküsünde farklı geçmişlere ve ekonomik düzeylere sahip üç genç sanatçının mesleki başarı için geldikleri New York’ta hayata tutunmaya çalışmalarını görüyoruz.  Kahramanların gündelik hayatlarında kabullendiği bir gerçek olarak “AIDS” doğal bir durum olarak öylesi veriliyor ki bu hastalıkla yaşamanın ve umut etmenin ne olduğu birçok bilinçlendirme kitabından daha net yer ediniyor zihinlerde. Kitapta kahramanların yaşadıkları ile zaman zaman dalga geçer üsluplar takınmaları romanın gerçekçiliğini ve başarısını arttırıyor.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Yılın yönetmeni Martin Scorsese

Köstebek/ Departed ve Taksi Şoförü/ Taxi Driver gibi hafızalara kazınan birçok filmin altında imzası bulunan Martin Scorsese’nin son filmi Hugo, Amerikan Ulusal Eleştirmenler Kurulu tarafından En İyi Film seçildi

Köstebek/ Departed ve Taksi Şoförü/ Taxi Driver gibi hafızalara kazınan birçok filmin altında imzası bulunan Martin Scorsese’nin son filmi Hugo, Amerikan Ulusal Eleştirmenler Kurulu tarafından En İyi Film seçildi. Film 1930’ların Paris’inde yaşayan yetim bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Kurul, Martin Scorsese’yi de kariyerinde ilk kez üç boyut teknolojisini kullandığı film ile En İyi Yönetmen Ödülü’ne değer gördü. Kurul Başkanı Annie Schulof, sinemanın eski yıllarına saygı duruşu niteliğinde olan filmden günümüz teknolojisini başarıyla uyguladığı için övgüyle söz etti. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü, Kevin Hakkında Konuşmalıyız/ We Need to Talk About Kevin filmindeki performansıyla Tilda Swinton’ın olurken, George Clooney de The Descendants adlı filmdeki performansıyla En İyi Erkek Oyuncu seçildi. The Descendants ayrıca En İyi Senaryo Ödülü’ne değer görülürken, Shailene Woodle da filmdeki performansı ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’nün sahibi oldu. Christopher Plummer ise Beginners filmindeki performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü’ne değer görüldü. En İyi Animasyon Rango, En İyi Yabancı Film ise İran yapımı Bir Ayrılık/ Jodaeiye Nader az Simin filminin oldu. Film sektörünü desteklemek için kurulan ve kâr amacı gütmeyen Amerikan Ulusal Eleştirmenler Kurulu’nun tercihleri, Oscar ödüllerinde öne çıkması beklenen filmler hakkında ipucu vermesi bakımından önem teşkil ediyor.  (REUTERS)

30 Kasım 2011 Çarşamba

Tarık Ali: Nato Pakistan'a Neden Saldırdı?


Not: Yazarlarımızdan Tarık Ali'nin Nato'nun Pakistan saldırısına dair analizi...
Cumartesi günü Afgan sınırı yakınındaki bir Pakistan kontrol noktasına düzenlenen ve 24 askerin öldüğü NATO saldırısı kasten yapılmış olmalı. NATO komutanları, bu kontrol noktalarının işaretli olduğu haritaları uzun süredir Pakistan ordusundan almaktaydı. Hedefin askeri bir karakol olduğunu biliyorlardı. Önce kendilerine ateş açıldığı açıklaması kulağa pek de inandırıcı gelmiyor ve İslamabat tarafından şiddetle reddedildi. Daha önce yaşanan buna benzer saldırılar ‘kaza’ olarak duyuruluyor ve özürler sunulup kabul ediliyordu. Bu kez durum daha ciddi görünüyor. Olay, yakın zamanda gerçekleşmiş başka ‘egemenlik ihlalleri’ni (yerel basının sözleri ile) izliyordu ancak Pakistan’ın egemenliği hayalden ibaret. Ordunun yüksek komuta kademesi ve ülkenin siyasi liderleri, egemenliklerini onlarca yıl önce isteyerek teslim ettiler. Endişenin asıl sebebi, artık açıkça ve gaddarca ihlal ediliyor olması.
Pakistan, misilleme olarak Afganistan’a giden NATO konvoylarını (yüzde 49′u Pakistan’dan geçiyor) durdurdu ve ABD’den hem Afganistan hem de Pakistan’daki hedeflere karşı insansız hava saldırıları düzenlemek için ülkedeki egemenlerin izniyle inşa ettiği Şemsi askeri üssünü tahliye etmesini istedi. İslamabat’ın bu talep için yasal bir kılıfı da var: üs, resmi belgelerde resmen–‘egemenliği’ Pakistan’ınkinden daha da esnek olan–BAE tarafından kiralanmış görünüyor.
Saldırının arkasındaki sebepler gizemini korusa da etkilerinin ne olacağı sır değil. Ordu içindeki çatlakları daha da belirginleştirecek, Zerdari rejimini daha da zayıflatacak, İslamcı militanları güçlendirecek ve Pakistan’da hâlihazırda nefret edilen ABD’den daha da nefret edilmesine yol açacak. Öyleyse sebebi ne? Bilinçli bir provokasyon muydu? Obama, zaten hırpalanmış bir ülkede ciddi ciddi bir iç savaşın önünü açmayı mı düşünüyor? İslamabat’taki bazı yorumcular bunu savunsa da NATO askerlerinin Pakistan’ı işgal etmesi pek olası değil. Böylesine mantıksız bir hamlenin emperyalist çıkarlar açısından meşrulaştırılması zor olacaktır. Belki de sadece, birkaç ay önce Kabil’in ‘Yeşil Bölge’sindeki ABD elçiliğini ve NATO karargâhını bombalamak üzere Hakkani ağını gönderdiği için Pakistan ordunu cezalandırmayı amaçlayan bir kısasa kısastı.
NATO saldırısı bir başka krizin hemen ardından geldi. Zerdari’nin ve şimdi hayatta olmayan eşinin Washington’daki güvenilir çantacılarından biri olan ve ABD istihbarat örgütleri ile 1970′lerden bu yana süren ilişkilerinin kendisini faydalı bir arabulucu haline getirdiği ve Zerdari tarafından Pakistan’ın Washington elçiliğine atanan Hüseyin Hakkani, istifa etmek zorunda kalmıştı. Sık sık ABD’nin Pakistan elçisi olarak anılan Hakkani, suçüstü yakalanmış gibi görünüyor: ABD savunma bakanlığı çevrelerine yakın bir multimilyoner olan Mansur Ayaz’dan, Amiral Mike Mullen’a, Pakistan ordusuna karşı yardım rica eden ve karşılığında Hakkani ağını ve ISI’yi dağıtmayı ve tüm ABD talimatlarını yerine getirmeyi teklif eden bir mesaj iletmesini istediği iddia ediliyor.
Mullen herhangi bir mesaj aldığını inkâr etti. Ast bir ordu mensubu onunla çelişti. Mullen hikâyesini değiştirdi ve mesajın alındığını ancak göz ardı edildiğini söyledi. ISI bu ‘ihanet’i fark ettiğinde, Hakkani, Zerdari’nin emirlerini yerine getirdiğini söylemek yerine, tüm olayı inkâr etti. Ne yazık ki, ISI patronu General Paşa, Ayaz ile karşılaştı ve içinde mesajlar ve talimatlar olarak Blackberry ona verildi. Hakkani’ye istifa etmekten başka seçenek kalmadı. Yargılanması ve asılmasına yönelik talepler (işin içinde ordu varsa bu ikisi genelde birlikte oluyor) yoğunlaşıyor. Zerdari adamının arkasında. Ordu ise kellesini istiyor. Şimdi kavgaya NATO da karışmış durumda. Bu hikâye henüz bitmedi.
28 Kasım 2011

28 Kasım 2011 Pazartesi

Mesele'nin Aralık 2011 Sayısı raflarda!

Mesele Kitap Dergisi bu ay çıkan Aralık 2011 sayısıyla 60. sayısına ulaşıyor ve 5. yılını tamamlıyor. Dergimizin bu ayki sayısının kapak röportajı, Can Yücel'in dizelerinden tasarlanan "Can" adlı oyunu tek başına sahneleyen tiyatrocu Kemal Kocatürk'le yapıldı. Derginin diğer yazarları arasında Semra Topal, Celal Başlangıç, Sarphan Uzunoğlu, Onur Caymaz yer alıyor.

22 Kasım 2011 Salı

Arundhati Roy: ''Hepimiz İşgalciyiz!''


(Yazarın 16 Kasım 2011’de Washington Meydanı’ndaki Halk Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın metnidir.)

Salı günü polis Zuccoti Parkı boşalttı ama bugün insanlar geri dönüyor. Polis bilmelidir ki, bu bir mıntıka mücadelesi değildir. Orada burada bir parkı işgal etme hakkı için mücadele etmiyoruz. Adalet için mücadele ediyoruz. Yalnızca Amerikan halkı için değil, herkes için adalet.

ABD’de İşgal hareketinin başladığı 17 Eylül’den beri başardığınız, imparatorluğun merkezine yeni bir imgelemi, yeni bir politik dili sokmaktır. Sersem bir tüketiciliği mutluluk ve tatminle aynı kefeye koymaya cezbederek herkesi zombilere dönüştürmüş bir sisteme hayal etme hakkını yeniden soktunuz.

Bir yazar olarak bunun muazzam bir başarı olduğunu söyleyeyim. Size yeterince teşekkür edemiyorum.

Adaletten söz ediyoruz. Bugün biz burada konuşurken, ABD Irak’ta ve Afganistan’da bir savaş yürütüyor. İnsansız Amerikan savaş uçakları Pakistan’da ve ötesinde sivilleri öldürüyor. On binlerce ABD askeri ve ölüm mangası Afrika’ya hareket ediyor. Eğer Irak ve Afganistan’daki işgalleri icra etmek için trilyonlarca dolar paranızın harcanması yetmez ise, bu defa İran’a karşı bir savaş methediliyor.

Büyük Depresyon’dan beri silah üretimi ve savaş ihracı ABD’nin ekonomisini canlandırmak için kullandığı ana yollar oldu. ABD daha yakın zamanlarda Suudi Arabistan’a 60 milyar dolar değerinde silah satışı yaptı. Birleşik Arap Emirlikleri’ne binlerce bunker buster bombası (sığınakların içindekileri de imha etmeye yarayan bir bomba türü, ç.n.) satmayı umuyor. Afrika’nın en yoksul ülkelerindeki toplam yoksul nüfusundan daha fazla yoksulu olan ülkem Hindistan’a 5 milyar dolar değerinde askerî hava uçağı sattı. Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanmasından Vietnam’a, Kore’ye ve Latin Amerika’ya kadar, hepsi de “Amerikan yaşam tarzı”nı güvence altına almak için yürütülen tüm bu savaşlar milyonlarca can aldı.

Bugün biliyoruz ki -dünyanın kalanının arzulaması istenen bir model olarak- “Amerikan yaşam tarzı”, ABD nüfusunun yarısının servetini sadece 400 kişinin ele geçirmesiyle sonuçlandı. Bu ise, ABD yönetimi bankaları ve şirketleri kurtarırken -sadece Amerikan Uluslararası Grubu’na 182 milyar dolar hibe edildi- binlerce insanın evlerinden ve işlerinden atılması demekti.

Hindistan hükümeti Amerikan ekonomi politikasına tapıyor. Son 20 yıllık serbest piyasa ekonomisinin sonucu olarak, bugün en zengin 100 Hindistanlı, ülkenin GSYİH’nin dörtte biri değerinde varlığa sahiptir; oysa halkın yüzde 80’i günlük 50 sentten daha az bir gelirle yaşıyor; ölüm spiraline sürüklenen 250 bin çiftçi intihar etti. Buna “ilerleme” diyor ve kendimizi “süper güç” olarak düşünüyoruz. Sizler gibi biz de nitelikliyiz: Nükleer bombalarımız ve rezil bir eşitsizliğimiz var.

İyi haber ise şu: İnsanlar artık bıktı ve bu durumu kabullenmiyorlar. İşgal hareketi, dünya genelinde en yoksul halk kesimlerinin ayağa kalktığı ve bulundukları yerlerde en zengin şirketlere engel olduğu diğer binlerce direniş hareketine katılmış durumda. Sizleri, siz Amerikan halkını da bizim tarafımızda göreceğimizi ve İmparatorluk’un merkezinde bunu yapmaya kalkışacağınızı çok azımız hayal etmişti. Bunun taşıdığı muazzam anlamı nasıl anlatacağımı bilemiyorum.

Onlar (yüzde 1), taleplerimiz olmadığını söylüyor… Muhtemelen sadece öfkemizin bile onları yıkmaya kafi olduğunu bilmiyorlar. İşte birlikte üzerinde düşünebileceğimiz birkaç “ön-devrimci” fikir:

Eşitsizlik üreten bu sisteme “dur” demek, gerek bireyler gerek şirketler tarafından dizginsizce yürütülen servet ve mülkiyet birikimini sınırlandırmak istiyoruz.

“Dur” diyenler ve ‘yasak’ destekçileri olarak şunları talep ediyoruz:


-Sermayelerin kartelleşmesine son vermek. Örneğin, silah üreticileri Tv kanallarına sahip olamaz; maden şirketleri gazete çalıştıramaz; ilaç şirketleri kamu sağlık fonlarını kontrol edemez.
-Doğal kaynaklar ve temel altyapı –su rezervi, elektrik, sağlık ve eğitim özelleştirilemez.
-Herkes barınma, eğitim ve sağlık hizmeti haklarına sahip olmalıdır.
-Zenginlerin çocukları anne ve babalarının servetini miras olarak alamaz.


Bu mücadele hayal gücümüzü yeniden canlandırdı. Kapitalizm yol boyunca bir yerde adalet fikrini “insan hakları”na indirgedi. Eşitlik düşü kurma fikri ise bir kafirliğe dönüştü. Yerinden edilmesi gereken bir sistemi reformlarla tamir etme mücadelesi vermiyoruz.

“Dur!” diyenlerden biri ve bir ‘yasak’ destekçisi olarak mücadelenizi selamlıyorum.

Salaam ve Zindabad!

17 Kasım 2011

The Guardian’dan Sol Küre tarafından çevrilmiştir

15 Kasım 2011 Salı

Hitler'i Tek Başına Öldürmeyi Planlamış Komünistin Heykeli Dikildi

Nazilerin dünyanın başına neler getireceğini anlayan komünist marangoz Georg Elser, 1939 yılında Hitler'e ve diğer ileri gelen Nazilere suikast planlamıştı. Berlin şehri bundan 72 sene sonra Hitler'in sarayına bakan Elser heykelinin açılışını yaptı. Georg Elser'in hayat hikayesini anlatan ve Helmut Ortner'in kaleme aldığı "Suikastçı - Hitler'i Tek Başına Öldürmek İsteyen Adam" romanı geçen ay Agora Kitaplığı'nca yayınlanmıştı.
Almanya'da Berlin'de 1939 yılında Adolf Hitler'i öldürmeye teşebbüs eden komünist marangoz Georg Elser'in heykelinin açılışı yapıldı. Elser'in 17 metrelik çelik heykelinin açılışını yazar Rolf Hochhuth yaptı.
200 bin avroya mal olan heykeli şehrin yöneticileri pahalı bulmuş ancak Hochhuth'un da çabalarıyla sonunda Berlin senatosu heykeli finanse etmişti.
Hitler kılpayı kurtulmuştu
Marangoz Elser, Komünist Parti üyesi sade bir emekçi idi. Nazizm'in Almanya'nın ve dünyanın başına neler açacağının rejimin ilk günlerinden itibaren farkına vardı Elser suikast planını savaşın başlamasından önce yaptı.
Elser, 8 Kasım 1939'da, Almanya'nın Polonya'yı işgal etmesiyle başlayan II. Dünya Savaşı'nın ikinci ayında, Münih'te Nazi rejiminin ileri gelenlerinin uğradıkları bir birahaneye ev yapımı bir bomba yerleştirdi. Bu ileri gelenler arasında Hitler'in yanısıra Hermann Göring ve Joseph Goebbels de vardı.
elser_isim.jpg
Elser bomba düzeneğini titizlikle planlamasına rağmen Hitler'in sisli hava nedeni ile yolculuk planlarını değiştirip konuşmasını normalden 13 dakika daha erken bitirip ayrılmasıyla suikast planı başarısız oldu.
Elser yakalandıktan sonra ciddi işkencelere maruz kaldı ve beş sene boyunca Dachau Toplama Kampı'nda tutsak kaldı. Elser, II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru 9 Nisan 1945'de Hitler'in intiharından sadece günler önce Hitler'in emri ile infaz edildi.
Heykelin seçimi
heykel_gunduz.jpg
Georg Elser'in anısına yapılacak heykel için 200 bin avro ödüllü iki aşamalı bir yarışma düzenledi. Yeni Güzel Sanatlar Derneği Başkanı Leonie Baumann başkanlığındaki jüri ilk aşamada 207 yapıttan 12 tanesi belirledi. İkinci aşamada jüri Berlin'li sanatçı Ulrich Klages'in yapıtını seçti.
Elser'in profili formunda olan heykel 17 metrelik boyu ile ağaçların üzerinden Hitler'in çalışma mekanı olan Alman Şansölyesi'ne bakıyor. Heykelin seçimindeki kriterler Georg Elser'in kişiliğini yansıtması ve şehir dokusuna uyumu olmuş.
Heykel'in yükseldiği kaldırımda ise Elser'den alıntı cümleler yer alıyor. Floresan aydınlatması ile bu cümleler tıpkı heykel gibi gece de görülüyor.
KAYNAK: SOL.ORG.TR

1 Kasım 2011 Salı

Kasım'da Agora Kitaplığı

Agora Kitaplığı ve Mesele Dergisi 2011 Kasım'ına yeni kitaplarla ve Mesele'nin yeni sayısı ile merhaba diyor. Bu ay içerisinde yayınlanacak kitaplar arasında Brecht'in Epik Tiyatro ve Oyun Sanatı ve Dekor eserlerinin yanı sıra ünlü aktris Jean Seberg'in portresi de yer alıyor.

EPİK TİYATRO

20. yüzyıl, dünyada yaşanan ideolojik hareketlenmelerin yanında gelen sanatsal devrimlere de şahitlik etti. Bu sanatsal devrimlerden biri şüphesiz ki Bertolt Brecht'in döneminin Almanya'sının içinden çıkıp gelen Karl Valentin'le birlikte köşebaşı tiyatrolarında yeniden yapılandırdığı epik tiyatronun yeniden tanımlanması idi. Bugün dünyanın farklı coğrafyalarında yaygın olan bu tiyatro anlayışının tarihsel kökeni, Brecht'in epik tiyatro tanımı ve epik tiyatroya dair görüşleri Kamuran Şipal'ın çevirisiyle Brecht'in Epik Tiyatro eserinde  toplanıyor.

 JEAN SEBERG

Özellikle Jean-Luc Godard'ın Soluk Soluğa filmindeki halleriyle belleklere kazınan Jean Seberg'in Iowa'da başlayan yaşam öyküsü, döneminin sinema yıldızlarının geleneğine uygun biçimde iniş çıkışlarla dolu. Bernard Shaw tarafından yazılan Azize Joan'la başlayan sinema kariyeri boyunca küçük rollerden başyapıtlara geniş bir alanda ürünler veren Seberg'in hayatı bir aktrisin hayatı diye tanımlandığında oldukça eksik kalıyor. Kara Kaplanlar'la ilişkisi nedeniyle FBI tarafından takip edilen, ünlü yazar Romain Gary ile olaylı biçimde evlenen ve belki de ölüm kurgusunu da ondan alan Seberg'in yaşam öyküsü Maurice Guichard'ın kaleminden Ender Bedisel'in çevirisiyle Agora Kitaplığı'nca yayınlanıyor. 

OYUN SANATI ve DEKOR

Brech'in oyun sanatının genelde kitaplarda öğretilemeyeceği, tıpkı oyun gibi seyrin de kitaplardan öğrenilemeyeceği gerçeğinden yola çıkarak yazdığı Oyun Sanatı ve Dekor isimli eseri, oyun sanatının varlığının seyir sanatına gereksinimi azaltacağı savı üstünde duruyor.  Oyuncunun kişiliği ve oyunuyla yapacağı etkiyi inceleyen eser, seyirci ve oyuncu arasındaki dinamikleri olduğu kadar oyuncu ve oyun arasındaki dinamikleri de inceliyor.

 

 MESELE 59. SAYISINDA HAYDAR ERGÜLEN'İ AĞIRLIYOR

“Mesele” kitap dergimizin Kasım 2011 tarihli 59. sayısının kapak röportajı, “Aşk Şiirleri Antolojisi” başlıklı son şiir kitabı yeni yayınlanmış olan şair Haydar Ergülen. Röportajın başlığı, “Dağlar, İnsanlar ve Hatta Ölüm Bile Yorulduysa, Şimdi En Güzel Şiir, Barıştır”.
Bu ay en dikkat çeken makale/yazı, kitaplarıyla tanınan, Greenwich Üniversitesi öğretim üyesi Mehmet Uğur’un kaleminden: “Çıplak Kral AKP: ‘Sahte Kahraman’dan ‘Şirret’e”.
“Mesele”nin Kasım sayısında ayrıca, Semra Topal’ın  “Ölüm Pornosu” üzerine yazısı, Nilüfer Zengin’in Başbakan’ın annesinin ölümünün sonra medya ve kendi yandaşlarınca nasıl bir fayda nesnesi haline getirildiğini anlatan yazısı, Mehmet Eroğlu’nun “Emine” romanında işlenen ana karakterin ayna tutulduğu bir söyleşi, yine Berat Günçıkan’ın “Çıt Yok” adlı yeni kitabı Mefisto Kitaplığı’ndan çıkan İsmail Güzelsoy’yaptığı söyleşi, Volkan Aran’ın “Occupy Wall Street” (Wall Street’i İşgal Et” hareketi eylemlerinden yola çıkarak kaleme aldığı bir analiz yazısı ve son festivallerde gösterilen yeni filmlerden hareketle, Türk sinemasının günümüzdeki halinin ek umut vermediğini gösteren Özlem Altunok’un ve Barış Yıldırım’ın Özcan Alper filmleriyle ilgili yazıları yer alıyor…

30 Ekim 2011 Pazar

Tarık Ali: Yüzde 99 Başarılı Olabilecek mi?

Pakistan asıllı İngiltereli yazar Tarık Ali, ABD’de başlayan ve dünyaya yayılan neo-liberalizme karşı itirazlardan umutlu olduğunu belirtiyor, ancak bu itirazların bir örgütlülük ve uzun erimli mücadele gerektirdiği fikrini de ekliyor. Ali, siyasetteki “merkezci” duruşun tehlikesine de dikkat çekiyor:

***

Şöyle yazmıştı Oscar Wilde: “Ütopya içermeyen bir dünya haritasına göz ucuyla bakmaya değmez. Çünkü o, insanlığın her zaman karaya çıktığı bir ülkeyi atlamıştır. Ve insanlık buraya çıktığında, onlara bakar, daha iyi bir ülke görerek yelken açar. İlerleme, ütopyaların gerçekleşmesidir.”

19. yüzyıl sosyalist ruhu, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından bu yana “süper-şarjlı” biçimde dünyaya hâkim olana küresel kapitalizme karşı protesto için sokağa çıkan idealist genç insanların arasında yaşıyor. New York’un finansal çılgınlığının kalbini mesken tutan Wall Street’i İşgal Et protestocuları, zorba finans-kapital sistemine karşı gösteri yapıyor: hayatta kalabilmek için zengin olmayanların kanını emmek zorunda olan açgözlülük virüsünü kapmış bir vampir. Protestocular; bankacılara, finansal spekülatörlere ve onların, bir başka alternatif olmadığında ısrara devam eden medyadaki uşaklarına nefretlerini gösteriyorlar.

Wall Street sistemi Avrupa’ya tahakküm ettiğinden beri, bu modelin yerli versiyonları burada da hayat buldu. (Bir kez daha bu ülkenin Avrupalı olmaktansa Batıcı olmaya yönelik gerçek eğilimlerini ortaya çıkaracak şekilde, ilginç biçimde, Britanya’da etkili olan, İspanya’nın öfkelileri ya da Yunanistan’da grev yapan işçiler yerine Wall Street işgalcileri oldu) New York polisinden biber gazı yiyen gençler, işleri istedikleri biçimde yürütemediler belki ama neye karşı olduklarından eminler ve bu önemli bir başlangıç.Bu noktaya nasıl geldik? 1991’de komünizmin yıkılmasını takiben, Edmund Burke’nin “Farklı sınıflardan oluşan tüm toplumlarda, belli sınırların en üstte olması şarttır” ve “Eşitlik misyonerleri, ancak canlıların doğal düzenini değiştirir ve yanlış yola saptırır” sözleri çağın ortak aklı oldu. Para, siyasetçileri yozlaştırır, çok para kesinlikle yozlaştırır.

Sermayenin kalbinin attığı yerin tamamında, şunlarsın ortaya çıkmasına şahit olduk: ABD’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, bağımlı ülke Britanya’da (Yeni) İşçi Partililer ve Muhafazakârlar, Fransa’da Sosyalist ve Muhafazakârlar, Almanya’da koalisyonlar, İskandinavya’da merkez sağ ve merkez solu ve buna benzer. Esas itibariyle, her durumda iki parti sistemi, etkili bir merkezi hükümete dönüştü. Yeni bir pazar aşırılıkçılığı meydana çıktı. Sermayenin, toplumsal edinimin en kutsal alanlarına girişi, gerekli bir “reform” olarak sayıldı. Kamu sektörünü hırpalayan özel finans girişimleri, standart hale geldi ve neo-liberal cennet yolunda yeterince hızlı ilerlemeyen ülkeler (Fransa ve Almanya gibi), The Economist ve Financial Times’ta muntazaman suçlandılar.Bu dönüşümü sorgulamak, kamu sektörünü savunmak, kamusal hizmet kuruluşlarında devlet sahipliği lehinde savunuda bulunmak, kamu konutlarının ölü fiyata satılmasına karşı çıkmak, “muhafazakâr” bir dinozor olmak sayıldı.

Şimdi herkes yurttaş yerine müşteriydi: yeni, potansiyel vaat eden Yeni İşçi Partili akademisyenler, kitaplarını okumaya zorlananlardan çekingen bir biçimde “müşteriler” şeklinde bahsedecekti; hepimiz şimdi kapitalistiz dercesine. Sosyal ve ekonomik iktidar seçkinleri, yeni hakikatleri yansıttılar. Piyasa, devlete tercih edilebilir yeni tanrı haline geldi.Bu çizgiyi sineye çekenler şunu asla sormadılar: nasıl oldu da bu gerçekleşti? Aslına bakılırsa devlet, geçiş için gerekliydi. Piyasayı desteklemeye ve zenginlere yardım etmeye yönelik devlet müdahalesi hoştu. Hiçbir partinin herhangi bir alternatif sunmadığını düşünürsek, Kuzey Amerika ve Avrupa yurttaşları, uyurgezer biçimde felakete yürüdü. Kapitalizmin zaferiyle mest olmuş merkez siyasetçiler, 2008 Wall Street krizine hazırlıksızdı. Kolay kredi sunan devasa tanıtım kampanyalarıyla gözleri boyanan yurttaşlar ve her şeyin iyi olduğuna inanmış haldeki evcilleştirilmiş, eleştiri yapmayan medya da öyle. Liderleri karizmatik olmayabilir ancak sistemi nasıl kullanacaklarını biliyorlardı. Her şeyi politikacılara bırak.

Bu kurumsallaştırılmış duyarsızlığın bedeli şimdi ödeniyor. (Allah için; İrlanda ve Fransa halkı felaketi, Avrupa Birliği anayasası konusunda neo-liberalizmi özünde saygın bir yere koymak ve ona karşı oy kullanmaya dair tartışmalarda sezdiler. Yok sayıldılar.) Wall Street’in konut edindirme balonunu bilerek planladığı, insanların ipotekle ikinci evlerini almaları ve onlara körcesine harcatarak kişisel borcu yükseltmek yolunda teşvik edilmeleri için tanıtım kampanyalarına milyarlar harcadığı, birçok ekonomist için besbelli idi. Balon patlamalıydı ve bu gerçekleştiğinde, devlet bankaları topyekûn yıkılmaktan kurtarana dek sistem sendeledi. Zenginler için sosyalizm. Kriz Avrupa’ya sıçramışken, AB tarafından bir kurtarma operasyonu başlatılmasıyla ortak pazar ve rekabet kuralları tuvalete atılıp sifon çekildi.

Piyasa denetimleri şimdi kolaylıkla unutuldu. Aşırı sağ küçük. Aşırı sol güçbela var oluyor. Politik ve sosyal hayata egemen olan aşırı merkez. Bazı ülkeler çökmüşken (İzlanda, İrlanda ve Yunanistan) ve diğer bazıları (Portekiz, İspanya, İtalya) uçuruma doğru bakarken AB (gerçekte BB, Bankalar Birliği) kemer sıkma ve Alman, Fransız ve İngiliz bankacılık sistemini kurtarma dayatmak için devreye girdi. Piyasa ile demokratik hesap verme arasındaki gerginlik artık maskelenemez.

Yunanistan seçkinleri, topyekûn boyun eğme konusunda şantaja uğradı ve tüm milletin gırtlağını sıkan kemer sıkma önlemleri ülkeyi devrimin eşiğine getirdi. Yunanistan, Avrupa kapitalizmi zincirinin en zayıf halkası; demokrasisi krizdeki kapitalizmin dalgaları altında çoktan suyun dibini boyladı. Genel grevler ve yaratıcı protestolar, merkez aşırıcıların işini çok zorlaştırdı. On binlerce yurttaşın parlamentoya girmesini önlemek için polisin şiddet kullandığı Atina görüntülerini izleyen biri, ülkeyi yönetenlerin artık eski yöntemle yönetemeyebileceklerini hissediyor.

Bu yılın başlarında bir edebiyat şenliğinde konuşma yaptığım Selanik’te, izleyicilerin asıl ilgisi edebiyattan çok politik ve ekonomik sorunlaraydı. Bir alternatif var mıydı? Ne yapılmalıydı? “Derhal borç ödememek” şeklinde yanıtladım. Euro-zone’dan çıkmak, drahmiye dönmek, toplumsal ve ekonomik ulusal planlamayı başlatmak, yerel ve ulusa düzeyde ülkenin nasıl yeniden istikrara kavuşturulabileceğine –fakat yoksulların zararına olmayacak biçimde- dair tartışmalar düzenlemek. Zenginlerin, son on yılda üçkâğıtçı yöntemlerle biriktirdikleri paralar (özel vergilendirmelerle) geri kusturulmalı. Ancak sistemin tam ortasındaki vizyonsuz politikacılar böylesi fikirlerden çok uzaklar. Birçoğu, ülkenin ekonomik kaynaklarının sahibi olan ve bunları kontrol eden az sayıda insan adına çalışıyor.Obama (tüm tatbiki kararlarda selefinin politikalarını sürdüren bir başkan) yönetimi altında borç batağına saplanmış olan ABD, tüm şehirlere sıçrayan yeni bir protesto hareketinin ortaya çıkışını gördü. Genç işgalcilerin enerjileri takdire şayan. Bahar, politik Amerika’nın kalbinden çok uzun zamandır uzaktı. Reagan ve Bush yıllarının buz kesmiş kışları, Clinton ya da Obama ile çözülmedi: paranın hepsine boyun eğdirdiği içi boş bir sisteme ve temel olarak finansal statükoyu korumak ve 21. yüzyıl savaşlarını finanse etmek için kullanılan, fazlasıyla çamur atılmış bir devlete hükmeden içi boş adamlar.Çapraşıklık üzerindeki sis sonunda kalktı ve insanlar alternatif arıyorlar, ancak bunu siyasi partileri esas itibariyle yetersiz buldukları için onlar olmaksızın yapıyorlar.

Şu anda New York, Londra, Glasgow ve başka yerlerde sahnelenen işgaller, geçmişteki protestolardan çok farklı. Bunlar, işsizliğin yükseldiği zamanlarda ve geleceğin ümitsiz göründüğü yerlerde tırmanan eylemler. Genç insanların büyük çoğunluğu, sihir yapıp büyük miktarda paralar çıkarmamaları halinde yüksek öğrenim alamayacaklar ve hiç kuşkusuz, yakın zamanda iki kademeli bir sağlık sistemiyle karşı karşıya kalmış olacaklar. Kapitalist demokrasi bugün, özdenetimleri ile sınırlanan ağız dalaşlarının bütünüyle önemsiz olması için parlamentoda temsil edilen başlıca partiler arasında esaslı bir mutabakat gerektiriyor. Bir başka deyişle, yurttaşlar artık bir ülkenin servetini –yurttaşların, büyük oranda kendi kendilerinin yarattığı serveti- kimin (ve nasıl) idare ettiğini bilemez. Kaynakların tahsisi, toplumsal refah koşulları, servetin bölüştürülmesi gibi can alıcı sorular artık temsili meclisler içindeki gerçek tartışmaların konusu olmuyorsa, gençlerin anaakım siyasetten uzaklaşmaları ya da Obama ve onun küresel taklitçilerine dair büyük hayal kırıklıkları neden şaşırtıyor? 90’dan fazla şehirde, insanları sokağa çıkmaya zorlayan şey işte bu.

Politikacılar, 2008 krizinin 1980’lerden bu yana takipçisi oldukları neo-liberal politikalarla ilişkili olduğunu kabul etme konusunda ayak dirediler. Hiçbir şey olmamış gibi bedel ödemeden yollarına devam edebileceklerini sandılar, ancak aşağıdan gelen hareketler bu sanıya itiraz etti. Kapitalizme karşı işgaller ve sokak protestoları, bir bakıma önceki yüzyılların köylü ayaklanmalarının bir benzeşiği.

Genellikle sonradan bastırılan ya da kendi rızasıyla dinen ayaklanmalara, kabul edilemez koşullar neden oldu. Burada önemli olan, koşullar aynı kalırsa, çoğu kez henüz gelip çatmayan şeyin habercisi olmalarıdır. Hareketler, politik devamlılığı muhafaza edecek kalıcı bir demokratik yapı yaratmazlarsa varlıklarını sürdüremezler. Böylesi herhangi bir harekete daha büyük kitle desteği oldukça, örgütüllüğün bir biçimine daha çok ihtiyaç duyulur. Neo-liberalizme ve onun küresel kuruluşlarına karşı Güney Amerika isyanları örneği bu bakımdan çarpıcı. Venezüella’da IMF’e karşı, Bolivya’da suyun özelleştirilmesine karşı, Peru’da elektriğin özellştirilmesine karşı verilen büyük ve başarılı mücadeleler, Ekvador ve Paraguay ile birlikte az önce saydıklarımızdan ilk ikisinde seçim başarısına dönüşen yeni politikaların temellerini yarattı.

Yeni hükümetler bir kere seçildiklerinde, söz verdikşeri politik ve ekonoik reformları farklılaşan başarı düzeylerinde uygulamaya başladılar. 1958’de Profesör HD Dickinson tarafından New Statesman’da (İngiltere’de haftalık yayımlanan sol bir politik-kültürel dergi; ç.n.) İngiltere İşçi Partisi’ne sunulan öneri parti taafından reddedildi, fakat 40 yıl sonra Venezüella’daki Bolivarcı liderler tarafından kabul edildi:“Refah devleti mevcudiyetini sürdürecekse, devlet yeni bir gelir kaynağı bulmalıdır, kendi kaynağını. Görebildiğim tek kaynak, üretken varlıktır. Devlet, herhangi bir biçimde görünmeli, arazilerin ve ülke sermayesinin çok büyük bir parçasına sahip olmalıdır. Bu destek gören bir siyaset olmayabilir: ancak bu sürdürülmedikçe, destek gören bir şey olan iyileştirilmiş sosyal hizmetler imkânsız hale gelecektir. Öncelikle üretim varlıklarını kamulaştırmazsaız, tüketim varlıklarını da uzun süre kamulaştıramazsınız.”

Dünyayı yönetenler, bu kelimelerde ütopyacılığın ifadesinden biraz fazlasını görecekler, fakat yanılacaklar. Bunlar gerçekten ihtiyaç duyulan yapısal reformlardır, Atina’daki tek başına kalmış PASOK önderliği tarafından yürütülenler değil. Bu yolun altında daha çok mahrumiyet, daha çok işsizlik ve sosyal felaket yatıyor. İhtiyaç duyulan şey, Wall Street sisteminin işleyemediğine, işlemediğine ve terk edilmesine dair bir ortak kabulle toptan bir geri dönüş. Neo-liberal devlet mekanizması tarafından desteklenen pazarın tek belirleyici olduğuna dair kabullerinde daha gaddar ve soğukkanlı olanlar, -tüm dönmelerde olduğu gibi- İngiliz destekçilerdi. Bu izlekte devam etmek, demokrasiyi boş bir deniz kabuğundan biraz fazlası haline getirecek yeni bir egemenlik yöntemi gerektirecektir.

İşgalciler, bugün neredelerse orada olmalarına neden olan biçimde, içgüdüsel olarak bunun farkındalar. Merkezdeki aşırılıkçı politikacılar için aynısı söylenemez. Yerkürenin farklı bölümlerinde meydanları ve sokakları işgal eden gençlere hayranlık duyuyorum. Egemenlerimize neşeyle, hevesle ve şevkle meydan okuyorlar. Ancak dünyaya hakim olan sert yüzlü bankacılar ve politikacılar kolaylıkla yerinden edilmeyecek. Birkaç zafer kazanmak için on yıllık bir mücadele ve örgütlülüğe ihtiyaç duyulmakta. Olabilecek herkesi bir talepler bildirgesi arkasında neden birleştiremeyelim –zenginlerin çıkarını temsil eden parlamentoya karşı bir “büyük itiraz” (“Büyük İtiraz”, İngiltere’de 1641 yılında parlamento tarafından Kral I. Charles’a sunulan ve parlamentonun yetkilerini kral aleyhine genişletilmesini öngören sorunlar listedir; ç.n.)- ve gelecek Sonbahar, itiraz listesinin insanlara yüz yüze dağıtılacağı milyonluk veya daha büyük bir yürüyüş düzenleyemeyelim? Yasa, parlamento önündeki gürültücü göstericileri yasaklar (1666’daki Restorasyon sonrasında uygulamaya konuldu), ancak “gürültücü”yü neredeyse bir hukukçu kadar iyi yorumlayabiliriz.

http://www.zcommunications.org/what-should-perhaps-be-done-by-tariq-ali adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

28 Ekim 2011 Cuma

Romain Gary'nin Emile Ajar Adıyla Yazdığı Kitaplar Yayınlandı

Dünyaca ünlü yazar Romain Gary'nin Fransa'daki edebiyat otoritelerine inatla edindiği takma isim olarak ya da başka bir deyişle kendini aştığı ikinci bir yazar kimliği olan Emile Ajar mahlasıyla yazdığı romanlar Agora Kitaplığı'ndan yayınlanmaya devam ediyor.

Romain Gary'nin mevcut edebiyat pratikleriyle dalga geçerek ortaya çıkardığı mahlası ün olarak olmasa da başarı olarak yer yer Romain Gary'i aşıyor. Yazarın yaşadığı kişilik bölünmesinden ziyade yazarın geniş başarı hacmini ortaya koyan eserleri, Emile Ajar'ın Romain Gary olduğunu -ya da tam tersi- öğrenenleri fazlasıyla şaşırtıyor. Ortaya konan yapısal farklılık ve 'iki ayrı karakter' yanılsaması 'artık sır olmasa da' 21. asır sınırlarına kadar dayanıp edebiyat anlayışımızı sarsmaya devam ediyor.


Goncourt ödülünü almak için yapılan bu numaranın vardığı edebi sonuç ise hayranları olan özgün bir yazarlık kariyeridir.

Agora Kitaplığı'nın şimdiye değin yayınladığı Emile Ajar romanları, Goncourt Ödülü'nü kazandığı "Onca Yoksulluk Varken" ve diğer kitapları "Yalan-Roman", "Koca Tembel" ile "Kral Salomon'un Bunalımı"dır.



Romain Gay (diğer adıyla Emile Ajar) Kimdir?

Hukuk mezunu olan Gary, kitap yayımlamaya başlamadan önce, II. Dünya Savaşı sırasında, Özgür Fransız Kuvvetlerine dahil olarak savaş pilotluğu yaptı. Bunların dışında, bir süre Fransız diplomatik servisi için çalıştı. BM Fransız Delegasyonu sekreterliği yaptı, Fransa'nın Los Angeles başkonsolosu oldu. 20. yy'da Fransa'nın en üretken ve tanınan yazarlarından olan Gary, eski eşi Jean Seberg'in 1979'daki ölümünün de etkisiyle, 1980'de, Paris'te yaşamına son verdi.













Bertolt Brecht'in Epik Tiyatro'su yakında Agora Kitaplığı'ndan Çıkıyor

Tiyatrodan az çok anlayan herkesin, özellikle coğrafyamızda adını duymaması imkansız olan bir isim: Bertolt Brecht. Baskıların ortasında, dönemin Almanya'sındaki 'suç ortağı' Karl Valentin ile başlattıkları köşebaşı tiyatrolarındaki 'yeni gelenek' ile günümüz tiyatrosunu derinden değiştiren, Çin'den İngiltere'ye tiyatronun temel yapı taşlarını yerinden oynatıp ortaya bir 'Epik Tiyatro' anlayışı çıkaran Brecht'in Epik Tiyatro'nun ne olduğuna dair temel görüşlerini makaleler ve verdiği söyleşilerden parçalar olarak derleyen Epik Tiyatro isimli eser yakında Agora Kitaplığı tarafından raflara çıkarılıyor.

Brecht Kimdir?

Bertolt Brecht, kısaca Bert Brecht. Asıl adı Eugen Berthold Friedrich Brecht (d.10 Şubat 1898 Augsburg - ö.14 Ağustos 1956 Berlin) 20.yüzyılın en etkili Alman şairi, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni olarak nitelendirilir. Eserleri uluslararası alanda da saygı ile kabul görmüş ve ödüllendirilmiştir. Daha önce Erwin Piscator tarafından adı konulan epik tiyatronun , diğer bir deyişle "Diyalektik Tiyatro"’nun kurucusudur. Brecht kendisini (Walter Benjamin’e söylediği gibi) "Komünist" olarak tanımlar.

Epik Tiyatro Üstüne


Epik Tiyatro, insanların birbirlerine karşı davranışndaki toplum ve tarih aç›s›ndan önemli, yani tipik nitelik taşıyan kesitlerle ilgilenir. Öyle sahneler üzerine eğilir ki, bu sahnelerde insanların davranışlarını ve onların bağlı bulunduğu yasaları görünür duruma getirebilsin.


Beri yandan, Epik Tiyatro, sahnelenen konularla ilgili pratik açıklamalara yer verir, öyle açıklamalar ki, toplumsal olaylara müdahale olanağını sağlayabilsin. Yani epik tiyatronun ilgisi bütünüyle pratiğe yöneliktir. insan davranışlarının değişebilirliği, insanın kendisininse bazı ekonomik-politik koşullara bağlılığı, ama bu koflullar› değiştirme gücüne de sahip bulunduğu sergilenir, epik tiyatroda.

Bir örnek verelim: Üç adam›n bir dördüncü adam tarafından yasalara aykırı bir eylem için kiralanması (Mann ist Mann) o türlü anlatılır ki, seyirci dört adamın başka türlü de davranabileceğini kafasında canlandırabilsin, yani bu adamları başka türlü konuşmaya götürecek ekonomik-politik koşulların var olabileceğini düflünebilsin ya da var olan koşullarda ilgili kişilerin bir başka tutum takınabileceklerini ve bu tutumun onların başka türlü konuşulmasına yol açabileceğini göz önüne getirebilsin.

Sözün kısası: Epik tiyatroda seyirci, insanların davranışlarını toplumsal açıdaneleştirme fırsatına kavuşur ve olayın kendisi sahnede tarihsel bir olay niteliğiyle verilir. Yani seyirci, değişik davranışları birbiriyle karşılaştırabilecek durumda tutulur.

25 Ekim 2011 Salı

Mehmet Eroğlu: Twitter'ı edebiyat propagandası için fırsata dönüştürdüm

Önceleri sıcak bakmadığı Twitter'a üye olduktan sonra, her gün belirli bir konuda tweet'ler yazmaya başladı. Yazdıkları çok beğenilen ve kısa sürede hatırı sayılır bir takipçi kitlesi edinen yazar Mehmet Eroğlu ile sosyal medya serüvenini konuştuk

- Twitter'la ne zaman tanıştınız?
- Twitter'dan bana ilk söz eden dört ya da beş ay önce, Faruk Bildirici oldu. Hesabımın olup olmadığını sorunca, ben de ona 'Böyle işlerle ilgilenmiyorum,' diye cevap verdim. 20 gün önce, 15 Eylül'de son romanım Fay Kırığı 2: Emine çıktığında bazı röportajlar için İstanbul'a geldim. Bu kez de kardeşim mutlaka bir Twitter hesabımın olması gerektiğini, orada düşüncelerimi geniş bir kitleyle paylaşabileceğimi söyledi. O akşam pek ikna olmadım. Ancak ertesi gün Gezi Pastanesi'nde bir öğrencim ve Agora yayınevinin editörü Osman Akınhay da aynı konu üzerinde - 'Bu bir gereklilik,' diye- ısrar edince, 'Acaba mı?' diye düşündüm. Ardından neler oldu, sen de biliyorsun, oradaydın. Hemen bana bir hesap açıldı ve böylece Twitter macerası başladı. Ancak sitedeki ilk tweet'leri okuduğumda doğrusunu söylemem gerekirse bu yeni uğraş bana pek cazip görünmedi. Bir kere kendim hakkında konuşmayı sevmem. Gerekmedikçe göz önüne çıkmam. Roman, dersler... Vakit de yok. Sonra birden benden yıllardır, Ankara'da verdiğim yazma seminerlerini İstanbul'da, İzmir'de, Bursa'da neden tekrarlamadığımı soranları, sitemkar soruları, notlarımı yayınlama istekleri hatırladım. Kendim hakkında değil, yazmak, edebiyat, edebiyatın sorunları ve politika konusunda görüşlerimi paylaşabileceğimi düşününce neden olmasın dedim.
- Twitter'ı kullanma prensipleriniz var sanırım. Nedir onlar paylaşır mısınız?
- Her gün bir tema seçiyorum. Edebiyat, yazmak, hayat, insan, kadın, aşk, yolculuk, iyilik, kötülük gibi ve bu konu hakkında 140 vuruşluk altı ya da yedi tweet atıyorum. Bu tweet'ler art arda okunduğunda küçük bir deneme gibi de algılanabiliyor. Bundan üç yıl önce, öğrencilerim, yazdığım 12 romandan aforizma niteliğindeki bazı cümleleri seçerek bir kitap hazırladı. Ondan da yararlanarak, seçtiğim deyişleri merkeze alarak kısa denemeler yazmak da denebilir yaptığıma. Bunu sürdürürken dikkatle gözettiğim bir konu var: Kendimden mümkün olduğunca az söz etmek, karşılıklı konuşmalardan kaçınmak, kendimin ve okuyanın zamanını iyi kullanmaya çalışmak.
- Sosyal medyayı sevdiniz mi? Yani ortamı nasıl buldunuz? Türkiye gibi mi?
- Karmaşık ve karışık. O kadar farklı tellerden çalıyor ki, tweetler. Haber veren, görüşlerini özetleyen de var, örtülü/örtüsüz narsisizm, teşhircilik ve röntgencilik de mevcut. Paylaşılan yalnızlıklar, dertleşmeler, yazma cesareti edinmek, kendini ifade etmek isteyenler. Tam bir kargaşa. Hayat gibi. Ama Twitter, politik ve toplumsal konularda örgütlenme, kamuoyu oluşturma konusunda da çok etkili bir araç. Ayrıca demokratik de. Herkes düşüncelerini ifade edebiliyor. Bir anlamda her ses duyuluyor. Sosyal medyayı sevip sevmeme konusuna gelince: Ben bu olanağı yararlı olduğunu düşündüğüm bir biçimde kullanmaya çalışıyor, bir anlamda yazma eyleminin devamı sayıyorum. Özetle bu işi edebiyat propagandası için yararlı bir fırsata dönüştürme kararındayım. Malum, edebiyatımız son yıllarda isyankarlığını, insani değerlerini sanki unuttu. Biraz saldırganlaşmasından bir kötülük gelmez. Unutmayalım, eğer edebiyat hadım edilirse, toplumun vicdanı da sığlaşır.
- Twitter'ın nasıl bir işlevi oldu hayatınızda?
- Benim gündelik yaşamımda her gün tekrarladığım bazı düzenli şeyler vardır: İlki, uyandığımda öfkelenecek bir konu bulmak. Öfke, insana günlük enerji, değiştirme cesareti verir. Sonra spor, ders verme ve tabii yazmak. Twitter'a da her gün, iki kez, 15 ya da 20 dakika ayırıyorum. Bu sürelerin dışında açmıyorum. Telefonum da öyle marifetli değil. Karşılıklı -yakın ya da eski tanıdıklarım dışında- kimseyle haberleşmiyorum. Benden bahsedenlere çok gerekmedikçe cevap vermiyorum. Hiç unutmadığım bir gerçek var: Benim asli görevim roman yazmak.

OKUYUCULAR DAHA FAZLA TWEET YAZMAMI İSTİYOR
- Twitter'a girdikten sonra nasıl tepkiler aldınız?
- Şaşırtıcı. Evet, aldığım olumlu tepkileri en kısa şekilde böyle tanımlayabilirim. İlginç şeyler de oluyor. Her gün daha fazla tweet yazma konusunda istek alıyorum. Bir iki gün seyahatteydim, topu topu bir gün yazmadım. 'Neredesiniz, neden bu sabah yazmadınız,' ya da 'Neden hâlâ yazmadınız?' gibi sayısız ileti aldım. Bilirsin, yırtıcılar önce avın en iyi -yani en çok kalori verecek- parçasını yerler. Okur da öyle; yoğun, özlü biçimde ifade edilmiş yazıları dikkat ve istekle okuyor. Akıl ve yüreklerine yönelen farklı bir şeyi hemen algılıyor, olumlu tepki veriyor. Beni Twitter'a daha fazla vakit ayırmaya kışkırtan bu içten tepkilere rağmen bilinmeli ki, artık hayat benim için kalan zaman. O zamanı da roman ve vakit bulursam, oyun yazarak dolduracağım.



SABAH

Arundhati Roy: “Sıradaki Romanın Biraz Beklemesi Gerekecek…”

1997’deki Booker Ödülleri’nin Küçük Şeylerin Tanrısı isimli kitabıyla kazananı olan Arundhati Roy, bu yıl adaylar arasında değil. Aslına bakılırsa, John Updike’nin Tiger Woods’vari bir çıkış olarak adlandırdığı ilk kitaptaki durumu devam ettirmesi gerekiyor.
Bunun deneme isteği ile ilgisi yok, elinde ikinci bir kitabın hazır beklediği bir sır değil. Gülerek söylediği üzere herkes bunu yıllardır biliyor. Oktojenaryan romancı ve eleştirmen arkadaşı John Berger hariç yalnızca birkaç kişi bu romanı birkaç saniyeliğine de olsa görme şansına erişti.  Berger o kadar etkilenmiş ki Roy’a her şeyi bırakıp, roman üstüne çalışması için ısrar etmiş. “Bir yıl kadar önce John’la evindeydik,  bana ‘Hemen bilgisayarını aç ve bana nasıl bir kurgu yazdığını oku’ dedi. Belki de o bu dünyada bu cümleleri bana söyleyebilecek tek insandır. Bir kısmını ona okudum ve bana şöyle dedi. ‘Hemen Delhi’ye dön ve bu kitabı bitir’. Ben de tamam dedim…”
Ama işler Roy’un umduğu gibi gitmedi.. Delhi’ye döndükten birkaç hafta sonra kapısında Hindistan’ın orta bölgelerindeki ormanlardaki Maocuları ziyaret etmesini isteyen bir not buldu.
Bu, Hindistan’ın gizli savaş bölgesine girmek için oldukça dayanılmaz bir davetti, Roy da bu daveti reddedemezdi.
Bugün, Hindistan asırlar önce Avrupa’daki kolonyal güçlerin geçtiği yollardan geçiyor: Stratejik maden kaynakları belirleniyor, bu bölgelerdeki insanlar göç ettiriliyor, demir cevherlerine ve benzerlerine ulaşılıyor ve bunu sanayileşmeyle zenginleşme için kullanıyorlar. Tek fark şu ki Hindistan’ın sömürebileceği bir Avustralya ya da Latin Amerika’sı yok. Roy’a göre “Hindistan bunun yerine kendi kendini yoksul nüfusunu kullanıp ham maddelere ulaşarak kolonileştiriyor.”
Yer altı kaynaklarının sömürüsünün başlamasından yüzyıllar sonra, bizim ülkemizde olduğu üzere insanlar bu uğurda yaşanan felaketin farkına vardılar: Yerliler bir katliama tabi tutuluyor, gelenekler siliniyor, hayatta kalanlarsa yoksulluğa mahkum ediliyordu. Ve sonuçta, ucuz pişmanlıklar eşliğinde büyük servetler elde ediliyor, sebep olunan zararlarsa yerinde duruyordu.
Ve şimdi Hindistan’da tüm bunlar tam da şimdi, zamanımızda oluyor. Ve pişmanlık  çok daha ciddi bir boyuta ulaşıyor…
Roy Maocular’ın davetini kaul ederken, milyonlarca Orta Sınıf’ın rahatsız olduğu  Adivasi’ye (Hindistan’ın kabile insanları) ormanlardaki Hindistan’ın ortasında yapılanların farkındaydı.
Hindistan’ın sözde Naxalite isyanının başlayışı 1950’larda Batı Bengal’daki Naxalbari kasabasına dayanır ve sayısız şekillerde bölünerek, teslim olarak ya da yozlaşarak bugüne kadar varır. Ama 2005’te Başbakan Manmohan Singh bu hareketin profilini onları en büyük iç tehdit olarak tanımlayarak bir anda zirveye sıçrattı.
Roy, zamanlamanın manidar olduğuna inanıyor. “Hükümetin birçok maden şirketi ve yer altı kaynaklarına ilişkin kuruluşla anlaşma yaptığı bir döneme rastlamıştı” diyor. “Basit bir biçimde söylemek gerekirse nehirleri, dağları, ormanları özel şirketlere sattılar. Buralarda yaşayan insanlara karşı bir savaş açmalılardı ki buradaki maden şirketleri işlerini rahatça görebilsinler”.
Yüz binlerce paramiliter ‘görevi’ yerine getirmek için ormanlara yrleştirildi. Bunu Maocular tarafından girilmiş yüzlerce köyün yakılması  ve boşaltılmış kasabalardaki insanların kurduğu yol kenarı kampları ve iki tarafça dökülen onca kan izledi…
Ancak orman boyunca yürüyerek ve Maocuların hikayelerini dinleyerek, Roy bu felaketi hasıraltı etmek için Hint medyasının çok ciddi oyunlara başvurduğunu fark etti. İsyancıların %45’i kadın %99’u ise yerlilerdi. Son bir umut olarak, yaşadıkları yerleri, yuvalarını korumak adına ellerine silah almışlardı.
“Buradaki (ormandaki) insanlar kuşatma altında” diyor Roy. “Alışveriş yapmaya çıkamıyorlar çünkü marketler polis ve hafiyelerle dolu, ilaç alamıyorlar, karne de alamıyorlar.” Singh’in açıklamasından sonra Anti-Maoist Salwa Judum adlı bir kontra grup kurulmuş. “2005’ten başlayarak, Salwa Judum 600 kadar köy yaktı, 360 bin insanı kaçmak zorunda bıraktı ve 50 bin kadarı kamplara taşınırken büyük çoğunluğu ülkenin dışına kaçmak ya da ormana yerleşmek zorunda kaldı” diyen Roy bunun büyük bir insanlık trajedisi olduğuna dikkat çekerek Birleşmiş Milletler tanımına göre bunun soykırım olduğunu açıkça vurguluyor.
“Suçlu olarak lanse edilen Adivasiler bugün terörist olarak algılanıyorlar” diyen Roy bu insanların yalnızca evlerini kurtarmak ve ürünlerini ekmek istediklerini, Maoistlerle birlikte ormanda yaşamanın terörist sayılmak için gerekçe sayıldığını söylüyor.
Gezisiyle ilgili yazıları, Walkin with Comrades, geçtiğimiz yıl Hindistan’da ilk yayınlandığında Roy bu isyancıları ‘insan gibi göstermek’ ile suçlanmış. Gandhi’nin şiddet karşıtı prensiplerine bağlanmış orta sınıfa göre bu insanların silahla olan bağları onları kör etmiş durumda. Ama Roy’a göre durum öyle değil. Roy bu insanların başka seçeneği olup olmadığını sorguluyor.
“Gandici direnişin politik alanın son derece etkili ve ahlâki bir formu olduğuna inanıyorum, bu tarz size ılımlı bir kitle de kazandırıyor” diyen Roy “Peki ya geri kalmış bir köyde herhangi bir yerden millerce uzakta olduğunuzda” diye soruyor. “Aç bir insan açlık grevine girebilir mi?”
Romanının aldığı  ödülden bu yana Roy Hint orta sınıfının sinirlerini hoplatmakta ustalaşmış durumda. Bu onun sonsuz hassasiyetini yansıtan bir hediye gibi. Bazen derisi olmaksızın yaşadığını hissettiğini söylüyor. “Korunmaksızın yaşıyorum. Ne zaman derisiz yaşarsanız o zaman tüm zamanlarda anlatılması gereken şeylere ulaşabiliyorsunuz.”
“Yaşadığım ülke her geçen gün daha da baskıcı daha da polis devleti haline geliyor. Hindistan devlet olarak gün geçtikçe sertleşiyor. Dağınık, sevimli bir demokrasi görünümünü devam ettirmesi gerekirken, kameranın görmediği yerlerde durum gittikçe umutsuzlaşıyor.”
Ama aynı zamanda hala açık bir toplum olarak kalmayı sürdürüyor ve kazanılacak çok fazla kavga var. 2009’da devlet Greenhunt Operasyonu’nu ve ormandaki ya da dışındaki Maocular’ın tamamını öldürmeyi planladığını açıkladı. “Hint elitleri arasında onlara Maocu teröristler demekte bir sorun yok, onlara göre Maocular çoktan insanlıktan çıkmış. Ve, ben, bir Maocu olmasam da, onlarla ilgili yazdığımda bu onları insan gibi gösteriyor ve çok büyük farklılıklar yaratıyor.”
“Çok ilginç tartışmaların patlak verdiği bir dönemdeyiz. Şu an doğru bir zamanda yapılan iyi bir müdahale, bir devrime yol açamasa da tartışmanın paradigmasını değiştirebilir.”
Romanın daha beklemesi gerekecek diyor.
Ona göre politik yazıları insanlara nefes alabilecek bir alan sağlıyor. “Yaptığım işle ilgili en çok sevdiğim şey onun yazıldığı dilden Hindistan’ın yerel dillerinden olan Oriya, Kanada ve Tellugu’ya çevrilmesi. İnsanlar izole hissedip hissetmediğimi soruyorlar: Size ne kadar az izole edilmiş olduğumu anlatamam. Nasıl geri izlenim aldığımı soranlara trafik ışığında benim de beklemek zorunda olduğumu söylüyorum. Onlar dinamik bir şekilde öfke ve tartışmanın sürdüğü, günün her anına yayılan anlar.”

Notlar:
  • Arundhati Roy'un Hindistan'daki Maocularla görüşmelerini anlattığı kitabı "Yoldaşlarla Yürümek" kitabı Agora Kitaplığı'nca yayınlanacak. 
  • Sarphan Uzunoğlu tarafından çevrilmiştir...

24 Ekim 2011 Pazartesi

"Mesele"nin Kasım Sayısı Matbaaya Gönderildi

"Mesele" kitap dergimizin Kasım 2011 tarihli 59. sayısı matbaaya gönderildi ve 3 Kasım Perşembe günü dağıtımı yapılmış olacak. "Mesele"nin bu ayki geniş kapak röportajı, "Aşk Şiirleri Antolojisi" başlıklı son şiir kitabı yeni yayınlanmış olan şair Haydar Ergülen'le yapıldı. Şairin çocukluk ve gençlik çağlarından etkilendiği yazarlara ve şiir anlayışına kadar bir sürü mevzunun konuşulduğu röportajı, dergimizin editörü Berat Günçıkan yaptı. Röportajın başlığı, "Dağlar, İnsanlar ve Hatta Ölüm Bile Yorulduysa, Şimdi En Güzel Şiir, Barıştır".

Bu ay en dikkat çeken makale/yazı, daha önceki sayılarda da güncel siyasetle ilgili birçok makalesini yayınladığımız ve "Avrupa Birliği ve Türkiye: Bir Dayanak/İnandırıcılık İkilemi" ve röportaj kitabı "Müzakerelerden Üyeliğe: AB-Türkiye Gündemindeki Sorunlar" gibi kitaplarıyla tanınan, Greenwich Üniversitesi öğretim üyesi Mehmet Uğur'un kaleminden. Mehmet Uğur "Çıplak Kral AKP: 'Sahte Kahraman'dan 'Şirret'e" başlığını verdiği yazısında, AKP'nin kaptanlık ettiği devletin seçim sürecinde ve sonrasındaki bazı pratiklerini irdeliyor ve bu pratiklere karşı muhalefetin Türkiye'nin tek şansı olduğuna dikkat çekiyor.

"Mesele"nin Kasım sayısında ayrıca, Semra Topal'ın Ayrıntı Yayınları'ndan çıkmış olup, müstehcenlikten dolayı mahkemeye düşen kitabı "Ölüm Pornosu" üzerine yazısı, Nilüfer Zengin'in Başbakan'ın annesinin ölümünün sonra medya ve kendi yandaşlarınca nasıl bir fayda nesnesi haline getirildiğini anlatan yazısı, Mehmet Eroğlu'nun "Emine" romanında işlenen ana karakterin ayna tutulduğu bir söyleşi, yine Berat Günçıkan'ın "Çıt Yok" adlı yeni kitabı Mefisto Kitaplığı'ndan çıkan İsmail Güzelsoy'yaptığı söyleşi, Volkan Aran'ın "Occupy Wall Street" (Wall Street'i İşgal Et" hareketi eylemlerinden yola çıkarak kaleme aldığı bir analiz yazısı ve son festivallerde gösterilen yeni filmlerden hareketle, Türk sinemasının günümüzdeki halinin ek umut vermediğini gösteren Özlem Altunok'un ve Barış Yıldırım'ın Özcan Alper filmleriyle ilgili yazıları yer alıyor...

Derginin diğer yazıları da Hülya Soyşekerci'nin Alime Mitap'ın "Ateş Çiçekleri" kitabı, Mustafa Günay'ın Rıfat Ilgaz şiiri, Sarphan Uzunoğlu'nun Yaşar Kurt ve Gül Yaşartürk'ün Nuri Bilge Ceylan'ın "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmiyle ilgili çalışmaları...
Berat Günçıkan ve Haydar Ergülen



23 Ekim 2011 Pazar

Van’da Hemen TOKİ’yi Göreve Çağırmak: Felaket Kapitalistleri Sevinç İçinde - Azmi Selçuklu



Bugün öğlen saatlerinde meydana gelen Van depremi, taze taze ülkenin içinde bulunduğu siyasal atmosferin bütün ürkütücü veçhelerini bir kez daha ortaya çıkardı.


Bu ürkütücü eğilimlerin 'intikamcı' tezahürleri bilhassa sosyal medyada ve haber sitelerinin haber alti okuyucu yorumlarında bütün yaygınlığıyla kendine yer buldu ve tabiatıyla halen de bulmaya devam ediyor. Söz konusu tepkilerin bir ucu "Allah'ın gazabının Kürtlerin üzerine çökmesi"nden başlayıp, öbür ucu "'askerlerimiz'in bu 'vatan hainleri'nin yardımına gitmemesi"ne kadar uzanıyordu.

Fakat bir örnek var ki, o da, "Şok Doktrini" kitabının yazarı Naomi Klein'ın tabiriyle 'felaket kapitalizmi'nin nasıl bir 'çakallığı' bağrında taşıdığı.

Twitter’da okuduğum kadarıyla, Kanal D’de Mehmet Ali Birand’ın yönettiği bir programda konuşan Oğuz (?) isimli yorumcu şöyle demiş: “Bu bir şans şimdi, Van yardım alacak, TOKİ de var, yeni bir kent inşa edebilirler,” demiş. Doğal olarak bu konuşmayı twitter’da aktaran kişi, “bu nasıl bir akıl tutulması” diyerek gaddarlığın bu kadarına akıl erdirilemeyeceğine işaret ediyor.

Oysa Oğuz (?) her kim ise, kapitalizmin ‘bugünkü aklı’nın tipik bir temsilcisi. Kapitalizm bugün böyle akıl yürütüyor. Naomi Klein’ın “Şok Doktrini”nde bütün gaddarlığıyla sergilediği örnekler Van depreminden sonra bu öneriyi ortaya atanın ‘aklı’yla öyle bir uyuşuyor ki.

Naomi Klein kitabına, Amerika’da New Orleans’ı vuran Katrina Kasırgası’nı örnek vererek başlıyor. “Katrina Kasırgası New Orleans bölgesini yerle bir ettiğinde, Cumhuriyetçi Parti’li politikacılarla ilişkisi olanlar, düşünce kuruluşları ve müteahhitlik şirketleri hemen ‘temiz sayfalar’dan ve heyecan verici fırsatlardan bahsetmeye” koyuluyorlar. Nitekim “Cumhuriyetçi bir Kongre üyesi olan Richard Baker sel felaketini kastederek, “Nihayet New Orleans’taki istenmeyen konutları temizlemiş olduk. Bu işi biz yapamıyorduk, Tanrı yaptı,” diye sevinç içinde ellerini ovuşturuyor (“Şok Doktrini”, s. 1-6).

New Orleans’taki sel felaketinden sonra sevinç çığlığı koparan kişilerden biri de “küresel ekonominin kurallar kitabını yazma onurunu taşıyan adam, Milton Friedman”. Friedman, o semtlerde yaşayan (parasız devlet okullarında okuyan) çocukların dağılmasını “eğitim sisteminde radikal reformlar gerçekleştirmeye zemin sağlayan bir fırsat” olarak görüyor. Friedman artık “kamu okullarının yerine” rahat rahat “özel okulların açılabileceği”nden dem vuruyor.
Bir başka örnek, 2004 Aralık ayında on binlerce insanın ölümüne sebep olan tsunami felaketi: “Sri Lanka’da kurbanların yüzde 80’ini küçük kayıklarla balıkçılık yapanlar oluşturuyordu.” Kıyılarda oturan yüz binlerce insan “barınacak yer ve diğer yardım malzemelerinden faydalanabilmek için ülkenin iç kısımlarındaki geçici kamplara gittiler.” Ve bir daha geri dönemediler! Çünkü hükümet, yüz yıllardır kendi yurtları olarak geçimlerini sağladıkları bu kıyıları artık doğal felaketlere karşı bir tampon bölge ilan ederek kapatmıştı ve çok geçmeden çıkarılan yeni yönetmeliklerle bu bölgelerin ‘gaspı’ yasallaştırılarak, büyük şirketlerin kontrolündeki dev otellerin yapımına devredilecekti.

Kapitalizmin ‘çakalları’ her felaketten, sömürüyü yoğunlaştıran ve mülkiyet devrini kolaylaştıran bir ‘dev fırsat’ olarak yararlanmak üzere olay yerinde bitiveriyordu...

Dolayısıyla, bizim ülkemizde de hükümetin kontrolündeki sermayenin ve TOKİ gibi sözde kamu kuruluşlarının, Türkiye’nin herhangi bir yerinde yaşayanacak Van depremi benzeri her türlü felaketten sonra ‘nasiplenme çağrıları’ yapmalarına ve televizyon ekranlarına bu ‘çakallığı’ savunacak ‘gönüllü uzmanlar’ çıkarmalarına bugün de bundan sonra da hiç şaşırmamak gerek...



21 Ekim 2011 Cuma

Jean Seberg'in Hayatı: Gelecek Ay Agora'da


Meksikalı ünlü yazar Carlos Fuentes, "Diana" adlı romanında, kendisinden epeyce küçük yaştaki bir sinema aktristiyle bir sinema setinde başlayıp biten bir aşkını anlatır. Bu etkileyici kadın bir yandan da ABD'de siyahların radikal hareketini temsil eden Kara Panterler'in bir militanıyla telefonlaşmaktadır, ki romanın gerisi hem aforizmik cümlelerle dolu bir maden, hem de aşkın doğasına dair bir tefekkür metni gibi akar gider. Bu kadının adı Jean Seberg'dir. Dünyada çoğu kişinin, Jean Paul Belmondo'yla çevirdiği "Serseri Aşıklar" (asıl adı "Soluk Soluğa"dır) filmindeki kısa kesimli saçları, sarışın ve güleç yüzüyle hatırladığı aktris. Film aktristi Jean Seberg aynı zamanda, Fransa'nın ünlü romancılarından Romain Gary'yle evlidir. Kendisi bir gün, bir otomobilin içinde, bir haftalık ölü halde bulunur.


Geride bıraktığı hayatı kitaplaştıran Fransız yazar Maurice Guichard'ın biyografisinin Türkçe çevirisi, Ender Bedisel tarafından yapıldı ve gelecek ay içinde Agora Kitaplığı'nca yayınlanacak...



***


"1979 baharının bir günü, büyük mağazadançıkarak küçük Chateaubriand bahçesine girdim; bahçe yabancı elçiliklerin tamkarşısındaydı. Jean ile diplomat, romancı ünlü Romain Gary’nin birlikteoturduklarını bilmiyordum; sonradan öğrendiğime göre Bac Sokağı’na çok yakınkomşu apartmanlardan 108 numarada yaşıyorlarmış.


"Saatime bir göz attım. Geri döneceğimesnada bir genç kadın gördüm; ıssız, küçük bahçenin içindeydi. Bu hoş insanaüstünkörü bir bakış attım.


"Tecessüs dolu bir özelliğim yoktur veyabancı kişilerin yüzüne uzun uzun bakmaktan nefret ederim.


"Bir şoktu bu. Daha önce gördüğümfilmlerin sahneleri ağır ağır gözlerimin önüne geliyordu ve adını koyamadığımbir simanın gerçekliği söz konusuydu.

"Dikkat çekmemiştim; gelişigüzel bir ikiadım atıp komşu banka oturdu. Gizli gizli onu gözledim; çok geçmeden aktrisinyanımda olduğundan emin oldum. Ayağa kalktım ve elimden geldiği kadar saygıylakonuştum.

"'Siz Jean Seberg olmalısınız!'

"Gülümseyerek başını eğdi.Biraz çekingen kendimi tanıttım..."

Jean Seberg ve romancı Romain Gary.

20 Ekim 2011 Perşembe

Şiirinizi Nasıl Okurdunuz...


Vladimir Mayakovski’nin Adam Yayınları tarafından yıllar önce yayımlanan Şiir Nasıl Yazılır? kitabını gördüğümde büyük bir heyecanla almış, acaba şiirin nasıl yazılabileceğini bu büyük Sovyet şairi bize gösterebilecek mi diye meraklanmıştım. Bir yandan aklımda “şiir nasıl yazılır?” sorusunda bir yanlışlık olduğu fikri vardı. Kitabı okuyunca da hayal kırıklığına kapılmış, şiirin şematik bir üretimden geçirilmesini kabullenememiştim. Şairin karalamalarla dolu mütevazı not defterlerini beklerken, bir şiir fabrikasında, bir dize makinesini izliyormuşum hissine kapılmıştım.

YAZI: YANKI ENKİ , TARAF KİTAP

Terry Eagleton’ın Şiir Nasıl Okunur kitabını gördüğümde ise hiç endişelenmeden okumak istedim. Bunun nedeni ne olabilirdi? Biri şiir yazmak, diğeri de şiir okumak hakkında okura yol gösterme niyetindeydi. Nazım Hikmet, Mayakovski için “o bizim öğretmenimizdir” demişti. Eagleton ise şair bile değildi. Diğer kitaplarından bildiğimiz kadarıyla öncelikle iyi bir eleştirmen, edebiyat kuramı konusunda usta bir yazar, bir kültür yorumcusu. Bu kitabın bazı bölümleri söz konusuysa iyi bir okur öncelikle.
Eagleton da Mayakovski’nin zamanında yaptığı gibi kitapta yer verdiği şiir okuma örneklerinde ölçülere, uyaklara, dize şablonlarına, hatta bazen tek bir harfe kadar eğilip yakından bakıyor, ancak onunki daha çok alternatif bir okuma çabası. Belki de bu kitabın ismini şöyle değiştirebilirdik: “Terry Eagleton Şiiri Nasıl Okur?”
Bu alternatif okumalarda zaman zaman çözümleme yapmaya girişiyor Eagleton. Bazen acımasızca eleştiriyor şairleri, hatta dalga geçiyor. Kimi şiirlerin içeriğine kiminin de formuna yakından bakıyor ve içerik ile biçimin o ünlü mücadelesinin izini sürüyor. Bazen sanki aklına ilk geleni paylaşıyor bizle, bazen de bizi derinlemesine analizlerle baş başa bırakıyor. Yine de o İngiliz mizahını hiç esirgemiyor. Belki bir Nick Hornby değil ama, insan Eagleton’ı okurken de hiç beklemediği bir anda, kitabın belki de en ciddi yerinde bir kahkaha patlatabiliyor.
Sade okurla uzman edebiyatçı kimlikleri arasında gidip geldiği bölümlerde bizi iyi şairlerle ya da iyi bildiğimiz şairlerle başarılı şairlerin ayrımına davet ediyor Eagleton. William Blake’in “Kaplan” şiiri hakkında altını çizmemiz gereken şeyler söylüyor. Dylan Thomas’ın bir şiirini yerin dibine batırırken şaşırıyoruz. T.S. Eliot’ı ciddi edebiyat eleştirisinin nesnesi haline getiriyor ve içeriğe karşı formun nasıl kullanıldığını ve bunun modernizmdeki rolünü açıklyor. Konular ilerledikçe sık sık W.B. Yeats’e geri dönüyor. Keats’in hakkını veriyor. Robert Browning’in “Porphyria’nın Aşığı” şiirine okuru ters köşeye yatırarak yaklaşıyor. Eagleton okudukça okur da okuyor ve belki bugüne kadar onlarca defa okuduğu dizelerle farklı anlamlarda buluşuyor.
Şiir okurları için bir elkitabı değil bu. Özellikle bazı bölümlerinde, belki de Eagleton’ın İngiliz edebiyatı dersi alan öğrencilerini aklından çıkararak yazdığı bölümlerde deneme benzeri bir üslup ortaya çıkıyor. Kitabın son bölümünde yazarın kendi seçtiği dört şiire yer vermesi ve oldukça öznel bir edebiyat eleştirisine tabi tutması bu üslubun bir örneği. Eagleton yazdığı önsözde bu kitabın öğrencilere de yönelik olduğunu söylüyor. Kitabı okuyup bitirdiğimizde, şiirin nasıl okunacağına dair bir ders almış gibi hissetmiyoruz. “Demek ki bir şiir böyle de okunabilir,” diyoruz.
Şiir Nasıl Okunur, edebiyat eleştirisi akımlarının eşliğinde ilerleyen kuramsal bir şiir incelemesi de değil tam olarak. Tıpkı Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı kitabında yaptığı gibi, bir teori oluşturmanın izinde olmasa da, o da öznel his ve algıların, deneyimlerin, bireysel okumaların peşinden gidiyor. Eagleton burada bir okur; şairlere de okuyarak sesleniyor. Okurken hissettiklerini, biriktirdiklerini diğer okumalarının verdiği zenginlikle birleştirip elini güçlendiriyor. Diğer yandan, bir şiir teorisinden bahsetmenin aslında çelişkili bir girişim olduğunu daha kitabının başlarında vurgulamayı da unutmuyor. Şiirin hissedebileceğimiz şeylerle ilgili olduğunu düşünen romantik şairlerin, şiir geleneğinde ne kadar önemli bir yeri olduğunu hatırlatıyor bize.






Eagleton gösteriyor ki, bir yandan öznel, bir yandan kamusal bir karakteri var şiirin. Bir taraftan retorik önemli bir rol oynuyor yazarın şiir çözümlemelerinde. Şiirin düzyazıdan farkı, hayal gücünün anlamı, hatta noktalama işaretlerinin kullanımı da Eagleton’ın okumalarının önemli ayrıntılarını oluşturuyor.
Tüm olumlu yanlarına rağmen Şiir Nasıl Okunur’un tartışmaya açık bir sorunu var. Sonuçta bir şiir eleştirisi yapıtını okuyoruz ve kaçınılmaz olarak dilin kendisi üzerinde açılan kapılarla buluyoruz yolumuzu. Ne var ki verilen örneklerin hepsini Türkçe çevirisinden okumak durumundayız. İster şiirin başka bir dile çevrilemez bir tür olduğunu düşünün, ister hakkı verilerek çevrilebileceğine inanın, şiirin uyağıyla ve ölçüsüyle yakın okumaya tutulduğu bir metinde çeviriyle beraber bazı noktaların, duyguların, ritmin ve tonun karşılıkları bulanıklaşabiliyor. Bu da şiirin çevirisindeki sorunların değil, şiirin kendi doğasının ve tercih edilen şiir analiz yöntemlerinin bir sonucu.


Dikkatli çevirmen Kaya Genç sayesinde en azından kötü ya da yetersiz bir çeviriyle karşı karşıya değiliz. Genç’in metin içinde verdiği özgün İngilizce karşılıklarla –tabii eğer İngilizce biliyorsak– Eagleton’ın parmak bastığı detayları takip edebiliyoruz. Eğer imkan varsa bu kitabı okurken yanında şiirlerin orijinallerini de bulundurmak Eagleton’ın “Şiir Nasıl Okunur?” sorusunun yanıtını ararken daha verimli bir okuma sağlayacaktır. Şiir çevirisi edebiyat dünyası için hep kalıcı olacak bir tartışmanın konusu olsa da, şiir okuru bu kitabın çevirisinin kendisi için her zaman geri dönülecek değerli bir edebiyat incelemesi olduğunu gönül rahatlığıyla kabul ediyor.
Mayakovski’nin Şiir Nasıl Yazılır? kitabını okuduktan sonra değil, ama Eagleton’ın kitabını okuduktan sonra şiir yazmaya niyetlenmek sanki daha olası gözüküyor. Şiirin yazılmasından ziyade okunmasının incelikleri okuru şiirin edebi değerinin içine daha çok çekiyor. Bu kitabın kütüphanede durması gereken yer ise, sözlüklerin ve dilbilgisi kitaplarının biraz ilerisinde, şiir kitaplarının hemen altındaki edebiyat eleştirisi rafı olmalı.