roman cümlesi

"İnsan hayatı, okunması gerekli kitapların yanında çok, ama çok kısadır. İyi bir okuyucunun okuyabileceği kitap sayısı iki, üç bini geçmez. Bu nedenle asla rastgele okumamalıyız. Ben kitap değil, yazar okuyun derim." (Mehmet Eroğlu)

29 Haziran 2012 Cuma

Mehmet Güreli: Bir Derginin Kısa Tarihi (Cahiers du Cinema)


Savaş sonrası Paris sinemalarını dolduran, sadece sinema için yaşayan ve sinemanın geleceğine yön veren, bir avuç genç adamın tutkulu hikâyesiydi Cahiers du cinema...

Sinema üzerine eşi benzeri olmayan projeleri olan, ileride “Yeni Dalga”yı yaratacak, düşünen insanların dergisiydi.

Sarıydı kapağı ve hep öyle hatırlanacaktı sinema tutkunları tarafından.

Ve onlar her film sonrası uzun yürüyüşlerde sinema tarihini adeta yeniden yazıyorlardı.

Her gün dünyanın bir tarafından bir yönetmen keşfediyorlar, onu inceliyorlar ve gerektiğinde hayata döndürüyorlardı. Sabahlara kadar süren sinema üzerine tartışmalar. Andre Bazin’in yönetiminde François TruffautClaude ChabrolÉric RohmerJean-Luc GodardJacques Rivette’in yazılarına yansıyor, birçok filmi de yeniden gün ışığına çıkarıyordu. Hatta unutulmuş sayılabilecek birçok yönetmen de filmleriyle gündemin başköşesine yerleştiriliyordu. ArtıkHitchcock’a daha çok yaklaşmak isteyenler Truffaut’ya başvuruyorlar, Nicholas Ray’i tanımak isteyenler de Godard’ı okuyorlardı.
Dergi sinema üzerine düşünmenin ve yeni bir sinemanın yollarını da açmanın hazırlıklarını yapıyordu.
Karanlık salonlarda edinilen deneyler, hayatın ve stüdyoların kendini belli eden ruhsuzluğunu itiyordu açıkça. Sinemayı, “ölü bir güneşe âşık kimselerden” kurtarmaya çalışıyorlardı.

Yağmura bırakılmış çamaşır gibi ağırlaşmış, hantal yapıyı sokaklara taşımak istiyorlardı.

Kameranın bir kalem gibi kullanılmasından söz ediyorlardı.

Film yönetmenlerinin önemi ilk kez bu denli öne çıkarılıyordu. Godard şöyle diyordu:
“Biz, Hitchcock’un bir filminin Aragon’un bir kitabı kadar önemli olduğunu kabul eden ilkeyi benimseyerek kazandık zaferi.”

Bir anlamda dünyayı sarsacak “Yeni Dalga”nın doğuşunu da haber veriyordu bu sarı kapaklı dergi.


Emilie Bickerton’un ‘Cahiers du cinema’nın kısa tarihi adlı nefis kitabı, belki de ilk kez derginin bu denli öneminin altını çiziyor, Tabii derginin on yıl sonra çevrilip Amerika’da birinci sayıdan itibaren yayımlanması da boşuna değil. Bu durum, dikkat çekmemiş birçok filmin ortaya çıkmasıydı., Ve vizyona girmesi ve tekrar seyredilmesi demekti.
1960’lara gelindiğinde derginin başı çeken kadrosunun tamamı sinema dünyasında önemli filmlere imza atmışlardı. Ama ne yazık ki, hepsinin yetişmesinde büyük katkıları olan Andre Bazin, 1958’de kansere yenik düştüğünden bu filmleri göremeyecekti.

Ama “Yeni Dalga”, bugün de Jules ve JimPiyanisti VurunSerseri ÂşıklarKuzenler,Yakışıklı Serge400 DarbeHayatını Yaşamakİdam Sehpası gibi filmlerle sinema tarihindeki özel yerini koruyor.

İlk sayısı nisan 1951’de çıkan sarı defterlerse artık eski havasında değil. Projenin ilk günlerindeki, hatta ilk on yılındaki coşkusunu kaybetmiş görünüyor.

Artık sarı da değil kapağı...

O dönemin heyecanlı, sinemanın belleğini yaratan insanları orada değiller. Bu nereden baksanız kendini belli ediyor.

Sadece otomatiğe bağlanmış sürdürüyor yaşamını.

Yıllar önce Jacques Rivette’in söylediği gibi, “insan kendi beklediği, görmek istediği ve hatta bizzat kendisinin yapmak istediği bir filmi öne çıkararak başlıyor işe”.

Derginin sinemaya katkılarını anlatmak ya da ölçmek kolay değil, 60 yıl geçse de, arşivlerden Andre Bazin’den bir Robert Bresson yazısı okumak her zaman bir şeyler katar insana...

Kitap yine Agora’dan...

25 Haziran 2012 Pazartesi

Romain Gary'nin "Polonya'da Bir Kuş Var" Romanı Yeniden Yayınlanıyor!


Romain Gary'nin romanlarını yeniden yayınlamaya başlayan Agora Kitaplığı, Temmuz ayında yazarın "Polonya'da Bir Kuş Var" adlı romanını yayınlayacak.

Jean Paul-Sartre'ın kitabın ilk çıkışında, "Direniş üstüne kaleme alınmış en iyi roman," diyerek övgüye boğduğu Gary'nin bu kitabının asıl adı "Education europeenne - Avrupa Eğitimi". Can Yayınları bu romanı ilk yayınladığında "Polonya'da Bir Kuş Var" adıyla basmıştı ve roman bu adla çok sevildiği için biz de, "Avrupa Eğitimi" başlığını alt başlık olarak koruyup, yine aynı şekilde yayınlıyoruz.

Romain Gary'nin, bu kitabına niçin "Avrupa Eğitimi" adını verdiğini, romanın kahramanlarından Dobranski'nin ağzından şu pasajla açıklıyor:

"Kitabın adı, Avrupa Eğitimi. Arkadaşım önerdi bu adı. Besbelli o ironik bir hava katmak istiyordu. ... Ona göre Avrupa eğitimi demek, hayvanlar gibi inlerde yaşamaya zorunlu bırakılan insanlar demekti. Ama ben meydan okuyorum. Özgürlüğün, özsaygının, insan olma onurunun bebe masalı, peri masalı olduğu söylensin istediği kadar... Gerçek şu ki tarihte anlar, şimdi yaşadığımız gibi insanın umutsuzluğa kapılmasını engelleyen, onun inanmasını ve yaşamayı sürdürmesini sağlayan ne varsa, bir sığınağa, gizlenecek bir yere ihtiyacı olduğu anlar da vardır. Bu sığınak bazen bir kitap, bir şiir, bir müzik olabilir. Ben de kitabımın bu sığınaklardan biri olmasını, savaştan sonra, her şey bittiği zaman, kitabın yaprakları açılınca, insanların lekesizliklerini bulmalarını, bizlerin hayvan gibi yaşamaya zorlanabileceğimizi, ama umudumuzu yitirmeye zorlanamayacağımızı bilmelerini istiyorum. Umudunu yitirmiş sanat yoktur; umutsuzluk yalnızca yetenek yetersizliğidir."

Romain Gary'nin büyük romanları arasında yer alan "Polonya'da Bir Kuş Var - Avrupa Eğitimi" kitabı, çevirmeni Sevgi Tamgüç'ün yeniden gözden geçirerek hazırladığı çevirisiyle, 12 Temmuz'da kitapçı raflarında olacak...

23 Haziran 2012 Cumartesi

Bertolt Brecht’in Bütün Oyunları Agora Kitaplığı'nda



Başta sinema olmak üzere sanatlar alanında geniş bir külliyata sahip olan Agora Kitaplığı, tiyatro kitaplığını da geliştirme kararına bağlı olarak, 20. yüzyılın büyük ustalarından Bertolt Brecht’in bütün oyunlarını Türkçe’de yayınlama hakkını satın aldı.Agora Kitaplığı’yla Brecht’in yayın haklarının sahibi olan Almanya’daki yayıncısı Suhrkamp Verlag arasında 1 Mart 2012 tarihinde Berlin’de imzalanan sözleşme gereğince, Bertolt Brecht’in 10 cilt halinde yayınlanan Bütün Oyunları’nın Türkçe’de yayınlama hakkı Agora Kitaplığı’nın oldu.
Berlin’deki nihai görüşmede Agora Kitaplığı adına sözleşmeyi imzalayan yayınevi editörü Osman Akınhay’ın aktardığı bilgiye göre, yayınevi Brecht’in oyunlarını sırayla önümüzdeki aylarda yayınlamaya başlayacak...
Böylece Agora Kitaplığı, Kamuran Şipal çevirileriyle yeni basımlarını yaptığı "Epik Tiyatro" ve "Oyun Sanatı ve Dekor" kitaplarıyla beraber, Brecht'in tiyatro külliyatını okurlarla buluşturmuş olacak...

18 Haziran 2012 Pazartesi

"Biletiniz Buraya Kadar": Pisa Kulesi'ni Doğrultmak!

Melisa Kesmez
Radikal Kitap, 15 Haziran 2012

 

Bir düşüşün hikâyesi Romain Gary'nin 'Biletiniz Buraya Kadar'ı. Bir ömür şampiyon olma güdüsüyle yaşamış, her anlamda iktidarıyla gurur duymuş, aslında bütün kaybeden erkeklerin öyküsü bu...

Romanların denk geldikleri zamana, içine doğdukları gerçekliğe dair illa ki bir çift lafı var. Kitabı yazan ya da yayına hazırlayan kişilerin yetki alanından bağımsız bir şeyden bahsediyorum; daha kendiliğinden olan, belki de edebiyat tanrılarının bir el marifetiyle başardığı bir şeyden. Yıllar önce yazılmış da olsalar, tekrar tekrar çevrilmiş de olsalar, her kitap -senaryo gereği- bence kusursuz bir zamanlamayla dahil oluyor okurun hayatına. ‘Biletiniz Buraya Kadar’ı okuduğumda, ilk aklıma gelen şey bu oldu. Gittikçe harlanan, dokunanı yakan kadınlık-erkeklik tartışmalarının canımızı ziyadesiyle sıktığı şu günlerde, hem bir erkek hem de bir iş adamı olarak sahip olduğu ‘iktidar’ı yavaş yavaş yitiren ve gittikçe tükenen, neredeyse 60 yaşındaki bir adamın bunalımını anlatan bu romanın, sahneye –ilk kez olmasa da- doğru yerde girdiğini düşünüyorum. Erkin, erkekliğin, iktidarın, para hırsının, zaferin, gençliğin ve ilelebet genç kalmanın alabildiğine yüceltildiği bir ortamda, sahip olduğu kadını, cinsel gücünü, parasını, işini, statüsünü, itibarını, özetle her şeyini yitirme korkusuyla yüzleşen, her anlamda giderek ‘küçülmeye’ yüz tutmuş bir erkeğin, bir kaybedenin hikâyesini okumak bu anlamda enteresandı benim için. Büyük yazar Romain Gary’nin 1977 yılında yazdığı bu romanda, bugün içinde boğulmak üzere olduğumuz eril dünyaya ve onun iktidar savaşlarına dair çok fazla tespit var. Ve roman en çok bu yüzden bir kez daha (ve hatta bir kez daha) okunmayı hak ediyor. 

Jacques Rainier… 60’ına merdiven dayamış zengin bir iş adamı. Yer, Paris. 70’lerin sonu. Avrupa’da ekonomik dengelerin ‘bi tuhaf’ olduğu yıllar. Sermaye ve mülkiyet çok hızlı el değiştiriyor. Kapital sahiplerinin içlerinde bir kurt; onları nasıl bir gelecek bekliyor? Böyle bir ortamda, finansal anlamda sert bir virajı dönmeye çalışan Jacques, aynı zamanda bedeniyle de bir sınav veriyor. Jacques’in hayatında her şeyin –bedensel ve finansal anlamda- düşüşte olduğu ve –yine bedensel ve finansal anlamda- her şeyin kontrolünü yitirdiği, tükeniş duygusunun ağır bastığı bir dönem. Romanın içine serpiştirilmiş metaforlarını tek tek kesip saklamak istediğim Romain Gary’nin kaleminden de döküldüğü üzere; “Roma İmparatorluğu’nun çöküşü gibi bir şey” bu… Biçare, “Pisa Kulesi’ni doğrultmaya çalışmak gibi…” 

Aşk; karşılıklı, çok güçlü 

Bu karamsar atmosferin içinde bir aşk hikâyesi var; karamsarlığı artırıyor mu, azaltıyor mu, söylemek zor. Aşk; karşılıklı, çok güçlü. Tek düşmanı zaman ve zamanın madde yani beden üzerindeki tahakkümü. Laura, Jacques’ten 37 yaş genç. Bir Brezilyalı güzel. Altı ay önce ‘yanlışlıkla’ tanışmışlar. Zaman aleyhlerine işlerken, karşılıklı sonsuz bir kaybetme korkusu ele geçirmiş ikisini de… Jacques’in en büyük tedirginliği gittikçe azalan erkekliğinin, şimdilik fazlasıyla kanaatkar ve yumuşak başlı Laura’ya bir gün yetmeyecek olması. O kadar aşık ki ona: “Seninle karşılaşmamızdan önceki hayatım bana, bir taslaklar dizisi, kadın müsveddeleri, senin müsveddelerinin oluşturduğu bir diziymiş gibi geliyordu, Laura. Senden önce tanıdığım kadınlar, yazılan kitabın birer önsözünden başka bir şey değildi. Âşıkmış havasına girmeler, gelip geçen çeşit çeşit bir sürü kadın, yatıp kalkmalar, bunların hepsi, ‘gibi yapma’nın arkasına saklanan, ‘aşıkmış gibi davranma’nın ardına gizlenen özgün yetenekten yoksunluktan başka bir şey değildi.” Ancak Laura’ya olan aşkı onu ilk kez kendi gözünde ‘yetersiz’ erkekliğiyle yüz yüze getiriyor: “Laura’yla karşılaştıktan sonra, gerilemekte olduğumun gerçekten farkına vardım. Erkeklik hayatımda ilk kez, sevişmekten çok, sarılma edimi içinde olduğumu gözlüyor, bir şeyler duyumsayacağıma, yalnızca kendimi duyumsuyordum”, “İçimden coşkulu bir şarkı halinde boşalabilecek herşey, birer mırıltı haline gelmişti...” Ona göre Laura’yla acımasız bir dönemde karşılaşmıştı, sonbaharında olan bedeninin hizmet etmeyi reddettiği bir dönemdi bu. En sonunda işlerini tasfiye etme, dükkanı kapatma kararı alıyor Jacques. Hayatı boyunca gereğinden çok savaştığına kanaat getiriyor; ‘boks ringi’ diyor o hayata ya da ‘arena.’Laura’yla birlikte çekip gitmeye karar veriyor. 

Lakin bir gece odanın karanlığında beliren bir adam bütün dengeleri değiştiriyor. Bir yandan Jacques’in cinsellik temelli erkeklik takıntısı gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alırken, diğer yandan işin içine eksilen yerleri doldurduğunu sandığı fantazmalar giriyor. Aklının içinde ‘hayata gelebilseydim yeniden o olmak isterdim’ dediği bir karakter beliriyor ve her gerektiğinde Laura’yı tatmin etmek üzere onu yardıma çağırıyor. Gerçekle fantezi birbirine geçiyor o noktada. Hikâye, Jacques’in ‘son çözüm’ dediği yere doğru son sürat ilerlerken, onun roman boyunca duyduğumuz iç sesi, erkekliğiyle, zayıflığıyla, beceriksizliğiyle, kaybetme korkusuyla hesaplaşmaya ve Laura’ya olan aşkını dillendirmeye devam ediyor. 

Sert çatışmalar üzerine kurulan romanda, birbiriyle çarpışan kutuplar sadece kadın ve erkek ya da gençlik ve yaşlılık değil.Fransa ve Amerika , romanın pek çok yerinde hem finans hem de cinsellik kulvarlarında karşı karşıya kalan rakiplerden diğer ikisi. Mesela bir yerde “Biz Fransa’da bu alanda çok geri kaldık, yaşamanın tatlılığını giderek yitiriyoruz, elimizin içinden kaçırıyoruz, yakala¬mamız gereken, varlığı kabul edilemez bir kayıp bu” diyor Jacques’ın derdiyle alakalı olarak başvurduğu doktor, “ABD’de pratik canlandırma seansları düzenleniyor, porno filmler yapılıyor, popo enstitüleri kuruluyor, yanma¬yacak odunlar yanacak hale getiriliyor. Amerikalılar, hayat düzeyleri, sahip oldukları haklar bakımından bizden daha bilinçli, hayata bizden daha fazla asılıyorlar. ABD dünyanın son gerçek yarak-egemen toplumu. Batı bütün ağırlığıyla onların üzerine abanmış durumda... Batı’yı sırtında taşıyan onlar. Peki, ya bizde, sevgili dostum? Bizde? Oh la la!” 

Beri yandan, baba-oğul arasındaki ilişki, kitabın ana arterlerinden biri olarak, bir başka çatışma şekli olarak karşımıza çıkıyor. Jacques’in oğlu ile diyalogları ve onun hakkındaki iç konuşmaları babaların kendini ‘oğullarının sırtından yeniden yaratması’hikayesiyle alakalı çok şey söylüyor. Hatta romanın son cümlesi, ikisinin ilişkisini ve romanın en baştan beri neyin çevresinde dönüp durduğunu açık ediyor. O son cümleye kadar heyecanı kuvvetle muhtemel hiç azalmayacak okuru, son sayfada bir aydınlanma anı bekliyor. 

Bir düşüşün hikâyesi ‘Biletiniz Buraya Kadar’. Bir ömür şampiyon olma güdüsüyle yaşamış, her anlamda iktidarıyla gurur duymuş, kendini o iktidar gücüyle tanımlamış, ondan ibaret kılmış bir adamın nezdinde, aslında bütün kaybeden erkeklerin hikâyesi. Erkeğin zamanla ve kadınlarla olan sınavını anlamak adına oldukça ‘içeriden’ bir roman. Erkeğin bedenini didik didik ederken, zihninin dar koridorlarında el yordamıyla dolanıyor. Bir erkek için ‘zayıflık’ diye bilinen ne varsa, pat diye masanın üzerine koyuveriyor. 

BİLETİNİZ BURAYA KADAR 
Romain Gary 
Çevirien: Aykut Derman

"Koşarken Yavaşlar Gibi"yi Niçin Yazdım? - Şöhret Baltaş

Bir de bana şiirlerin
Neden söz açmaz diye soruyorsunuz
Düşlerden yapraklardan
Doğduğun ülkenin koca yanardağlarından?

Gelin görün sokaklar kan
Gelin görün
Sokaklar kan
Gelin görün kanı
Sokaklar boyunca akan.
Pablo Neruda
(1904-1973)

Edebiyatın, yaşadığı ülkeyle ilişkisi (ya da ilişkisizliği) söz konusu olduğunda aklıma hep Neruda’nın bu dizeleri gelir. Neruda, sokaklar kan içindeyken ondan söz etmemenin şair için olanaksız olduğunu anlatır bu şiirde.
Bir zamanlar, gülümseyerek okurdu insanlar bu şiiri birbirlerine. Çünkü, tarihöncesiymiş gibi unutturulmaya çalışılan eski zamanlarda, edebiyatın, kalem ustası birinin hoş kurguları olmanın çok ötesinde bir anlamı olduğu bilinirdi. Çünkü edebiyat ve genel olarak sanatın derdinin insan ve insanın türlü çeşit hallerini anlatmak olduğu, bunun da insanı yaratan toplumu, coğrafyayı, çağı iyi bilmekten geçtiği, önsel olarak kabul edilirdi. Belki de o yüzden, yazarlar “kanaat önderi” olarak saygı görür, genç yazarlar daha elleri kalem tutmaya başladığında çok ama çok okumaları gerektiğini, sadece roman değil, felsefeyle, tarihle, sosyolojiyle de yoğrulmak zorunda olduklarını bilirlerdi.
Elbette burada vurgulamak istediğim hiyerarşik, eşit olmayan bir yazar-okur ilişkisinin onaylanması değil; toplumsal eşitsiz işbölümünün kabullenilmesi hiç değil. Sadece yazmanın ve okumanın kıymetli ve sorumluluk yükleyen bir eylem olduğu bir dönemden söz ediyorum.
Bu dönem unutuldu ya da oldukça az sayıda kesim tarafından hatırlanıyor. Yayın dünyasının sermayeden görece özerk yapısı yerle yeksan oldu ve büyük sermaye yayın dünyasına da el attı. Parasal olarak ele geçirme değil kastettiğim, bu da oldu tabii, ama bu dönüşümün daha önemli sonucu okuma-yazma alanında tamamen farklı bir iklimin egemen olmasıydı. Edebiyatta ve genel olarak entelektüel hayattaki üretim ve tüketim pratikleri, toplumdan, siyasetten ve doğal olarak insanı anlatmaktan hızla uzaklaşarak bağlamlarından kopartılmış bireylerin, söz oyunlarıyla beslenerek anlatıldığı hikâyelere kucak açtı. Eskiden “yarına kalmak” edebi değerin ölçüsüyken, yeni zamanlarda “çok satmak” –değer değil- başarı ölçüsü olarak öne çıktı.
Son cümledeki değer ve başarı sözcüklerinin hızla yer değiştirmesi, aslında yeni zamanların kültürel iklimini bütünüyle özetliyor. İnsan ilişkilerinde, medyada, edebiyatta, sinemada, siyasette, kısaca hayatın bütün alanlarında “değerli” olmak değil, “başarılı” olmak önemli hale getirildi. Getirildi ve bunun miladı tam olarak 12 Eylül’dü.


Geleceği yok etmek

12 Eylül, binlerce insanın hayatına mal olmanın ve tüm bir ülkenin geçmişini ve gününü paramparça etmesinin yanı sıra, geleceğini de yok etme girişimiydi. Çünkü bu ülkede ilk kez, ezilenler, yoksullar ve yoksunlar, kendi kaderlerini çizebilmek, bu zengin coğrafya üzerinde aç, evsiz ve yoksul kimsenin kalmayacağı bir hayat kurmak üzere ayağa kalkmışlardı. Hayallerini ne kadar gerçek kılabilecekleri, mevcut olanakların buna yetip yetmeyeceği ya da mücadelenin hataları ve yanlışları tartışılır elbette, ama burada önemli olan gerçekten ilk kez, kendi hayatını kuran kitlelerin varlığıydı. Daha önceleri hep birileri onlar adına düşünmüş, onlar adına konuşmuş ve onların “iyiliği” için hayata yön verip bunu da yasalar ve ağır yaptırımlarla dayatmıştı. Oysa 12 Eylül öncesinde ilk kez, köylerden kentlere kadar tüm “memleket sathı” yeni bir hayat diye kaynıyor, geniş halk kitleleri ilerde gördükleri ışığa doğru düşe kalka yürümeye çalışıyordu. Bu nedenledir ki, bu ülkede “şapka” seyirlik köy oyunlarının mizahi unsuru olarak kalmışken; devrim türküleri, Kızıldere’ler halkın belleğinde yer ediniyor, ölen devrimcilerin adları doğan çocuklara veriliyordu.
Ama bu ülke için başka türden “dönüşümler” isteyenler de vardı ve  “bizim çocuklar başardı” diyenlerin küresel planları doğrultusunda neoliberal politikaları peş peşe ve muhalefetsiz hayata geçirmek için “sessiz” kitlelere ihtiyaçları vardı. Toplumsal muhalefetin tüm sözcüleri içeri alındı, gencecik çocuklar asıldı, zindanlara atıldı, kayıplarını arayan anneler dövüldü, iş yasaları tamamen işveren lehine yeniden düzenlendi ve baştan başa karanlık bir korku imparatorluğu kuruldu.
“Yarın kadar yakın” sanılan yeni bir dünyanın hayali, ağıtlara, haykırışlara dönüştü.
Tam da bu yüzden 12 Eylül, öncelikle bu ülkenin geleceğini elinden aldı. Bugünlerde birkaç paşa hakkında soruşturma açmaktan daha ileriye gidebilmesini beklemediğim ama umduğum yargılama sürecinin, toplumsal bir hesaplaşmaya dönüşebilmesi için, daha çok uzun bir yol var yürümemiz gereken.


“Koşarken Yavaşlar Gibi”

Bu romanı, kuşkusuz yukarıdaki satırların ışığında serinkanlıca yapılmış bir planla yazmadım. Bunları belki de hiç düşünmedim bile. Ama insan –eğer özellikle sırtını dönmemişse- nefes aldığı havanın bir parçası olmaktan uzak durabilir mi? Gazetelerin baş sayfalarına çıkan cesetleri, önlerinde daktilolar ve kitaplarla haber ajanslarına çıkarılan hırpalanmış genç bedenleri, cezaevi kapılarında şikâyetsiz ömür tüketen annelerin yüzlerini görmezden gelerek yaşayabilir mi? Sağından solundan geçerken bir noktada hayatına değen hayatları kalbinde duymadan insan, insan olabilir mi?
Olamaz. Görmek, yaşamak ve insan olmak, çok şükür ki bazılarımıza göre hâlâ “biz” duygusuyla, yakından ilgili.
Ben de onlardan biriyim. Yıllardır insana dair ne varsa üzerinden panzerlerin –sonra da makam arabalarının- geçtiği bu ülke, insani ilişkilerin bile bir karşılığa denk düşecek kadar ucuzlamış olması bilincimi yaralarken; cezaevinden çıkan bir dostun kalabalık caddede yürürken yaşadığı sersemleme,  küçük köşecikler edinip bireysel kurtuluşlarını inşa etmekte olanlar, “o senin sorunun” kalıbını üreten bencil hayatlar, yeni zamanlara ayak uyduramayıp “kaybeden” olmanın ezikliğini taşıyanlar, aç ve evsiz ve asıl önemlisi de hayalsiz/geleceksiz kalıp deliren, canına kıyan, çöp toplayan “o şarabi eşkıyalar”, meyhane masalarında ağlayarak biten hatırlamalar, yalnızlar ve coşkuyla alanlara koşarken vasatın sokaklarında yavaşlamak zorunda kalanlar, “çözülen bir yün yumağı” gibi çözülen hayat ve en çok da -sağ ya da ölü- ölen arkadaşlar kalbimi kırdı.
Başka bir şey yazamazdım ki, istesem de yazamazdım.
Bu kırıklığın, bu yenilginin zehrini atmak lazımdı. O zehir ki, ömrümüze gölge düşüren bir acı olarak yaşadığımız her şeyde vardı; aşklarımızda, arkadaşlıklarımızda, her yerde…
Sanırım, bu uzun yılları en iyi anlatan şiirlerden biriydi Yağmur Atsız’ın hüzünlü şiiri, “Günlerimiz”.
"Savrulan yapraklar gibi
akıp giden günlerimiz
cenaze törenlerinde
sessiz sitemsiz…"
Ama bir kez hayal kuran iyi bilir, umut vardır, hep vardır. Daha iyi hayal kurarsın, hayallerinin peşinde koşarken daha akıllı olmaya çalışırsın, ama vazgeçmezsin. Çünkü hayalden vazgeçilmez. Vazgeçersek ölürüz.
Bu roman, o hayali evirip çevirip daha kusursuz bir hayal yaratmanın, korkmadan eleştirmenin ama vazgeçmemenin romanı olsun istedim. İsterim ki, aynı duyguyu okur da paylaşsın…

Taraf Kitap - 15 Haziran 2012