roman cümlesi

"İnsan hayatı, okunması gerekli kitapların yanında çok, ama çok kısadır. İyi bir okuyucunun okuyabileceği kitap sayısı iki, üç bini geçmez. Bu nedenle asla rastgele okumamalıyız. Ben kitap değil, yazar okuyun derim." (Mehmet Eroğlu)

18 Haziran 2012 Pazartesi

"Koşarken Yavaşlar Gibi"yi Niçin Yazdım? - Şöhret Baltaş

Bir de bana şiirlerin
Neden söz açmaz diye soruyorsunuz
Düşlerden yapraklardan
Doğduğun ülkenin koca yanardağlarından?

Gelin görün sokaklar kan
Gelin görün
Sokaklar kan
Gelin görün kanı
Sokaklar boyunca akan.
Pablo Neruda
(1904-1973)

Edebiyatın, yaşadığı ülkeyle ilişkisi (ya da ilişkisizliği) söz konusu olduğunda aklıma hep Neruda’nın bu dizeleri gelir. Neruda, sokaklar kan içindeyken ondan söz etmemenin şair için olanaksız olduğunu anlatır bu şiirde.
Bir zamanlar, gülümseyerek okurdu insanlar bu şiiri birbirlerine. Çünkü, tarihöncesiymiş gibi unutturulmaya çalışılan eski zamanlarda, edebiyatın, kalem ustası birinin hoş kurguları olmanın çok ötesinde bir anlamı olduğu bilinirdi. Çünkü edebiyat ve genel olarak sanatın derdinin insan ve insanın türlü çeşit hallerini anlatmak olduğu, bunun da insanı yaratan toplumu, coğrafyayı, çağı iyi bilmekten geçtiği, önsel olarak kabul edilirdi. Belki de o yüzden, yazarlar “kanaat önderi” olarak saygı görür, genç yazarlar daha elleri kalem tutmaya başladığında çok ama çok okumaları gerektiğini, sadece roman değil, felsefeyle, tarihle, sosyolojiyle de yoğrulmak zorunda olduklarını bilirlerdi.
Elbette burada vurgulamak istediğim hiyerarşik, eşit olmayan bir yazar-okur ilişkisinin onaylanması değil; toplumsal eşitsiz işbölümünün kabullenilmesi hiç değil. Sadece yazmanın ve okumanın kıymetli ve sorumluluk yükleyen bir eylem olduğu bir dönemden söz ediyorum.
Bu dönem unutuldu ya da oldukça az sayıda kesim tarafından hatırlanıyor. Yayın dünyasının sermayeden görece özerk yapısı yerle yeksan oldu ve büyük sermaye yayın dünyasına da el attı. Parasal olarak ele geçirme değil kastettiğim, bu da oldu tabii, ama bu dönüşümün daha önemli sonucu okuma-yazma alanında tamamen farklı bir iklimin egemen olmasıydı. Edebiyatta ve genel olarak entelektüel hayattaki üretim ve tüketim pratikleri, toplumdan, siyasetten ve doğal olarak insanı anlatmaktan hızla uzaklaşarak bağlamlarından kopartılmış bireylerin, söz oyunlarıyla beslenerek anlatıldığı hikâyelere kucak açtı. Eskiden “yarına kalmak” edebi değerin ölçüsüyken, yeni zamanlarda “çok satmak” –değer değil- başarı ölçüsü olarak öne çıktı.
Son cümledeki değer ve başarı sözcüklerinin hızla yer değiştirmesi, aslında yeni zamanların kültürel iklimini bütünüyle özetliyor. İnsan ilişkilerinde, medyada, edebiyatta, sinemada, siyasette, kısaca hayatın bütün alanlarında “değerli” olmak değil, “başarılı” olmak önemli hale getirildi. Getirildi ve bunun miladı tam olarak 12 Eylül’dü.


Geleceği yok etmek

12 Eylül, binlerce insanın hayatına mal olmanın ve tüm bir ülkenin geçmişini ve gününü paramparça etmesinin yanı sıra, geleceğini de yok etme girişimiydi. Çünkü bu ülkede ilk kez, ezilenler, yoksullar ve yoksunlar, kendi kaderlerini çizebilmek, bu zengin coğrafya üzerinde aç, evsiz ve yoksul kimsenin kalmayacağı bir hayat kurmak üzere ayağa kalkmışlardı. Hayallerini ne kadar gerçek kılabilecekleri, mevcut olanakların buna yetip yetmeyeceği ya da mücadelenin hataları ve yanlışları tartışılır elbette, ama burada önemli olan gerçekten ilk kez, kendi hayatını kuran kitlelerin varlığıydı. Daha önceleri hep birileri onlar adına düşünmüş, onlar adına konuşmuş ve onların “iyiliği” için hayata yön verip bunu da yasalar ve ağır yaptırımlarla dayatmıştı. Oysa 12 Eylül öncesinde ilk kez, köylerden kentlere kadar tüm “memleket sathı” yeni bir hayat diye kaynıyor, geniş halk kitleleri ilerde gördükleri ışığa doğru düşe kalka yürümeye çalışıyordu. Bu nedenledir ki, bu ülkede “şapka” seyirlik köy oyunlarının mizahi unsuru olarak kalmışken; devrim türküleri, Kızıldere’ler halkın belleğinde yer ediniyor, ölen devrimcilerin adları doğan çocuklara veriliyordu.
Ama bu ülke için başka türden “dönüşümler” isteyenler de vardı ve  “bizim çocuklar başardı” diyenlerin küresel planları doğrultusunda neoliberal politikaları peş peşe ve muhalefetsiz hayata geçirmek için “sessiz” kitlelere ihtiyaçları vardı. Toplumsal muhalefetin tüm sözcüleri içeri alındı, gencecik çocuklar asıldı, zindanlara atıldı, kayıplarını arayan anneler dövüldü, iş yasaları tamamen işveren lehine yeniden düzenlendi ve baştan başa karanlık bir korku imparatorluğu kuruldu.
“Yarın kadar yakın” sanılan yeni bir dünyanın hayali, ağıtlara, haykırışlara dönüştü.
Tam da bu yüzden 12 Eylül, öncelikle bu ülkenin geleceğini elinden aldı. Bugünlerde birkaç paşa hakkında soruşturma açmaktan daha ileriye gidebilmesini beklemediğim ama umduğum yargılama sürecinin, toplumsal bir hesaplaşmaya dönüşebilmesi için, daha çok uzun bir yol var yürümemiz gereken.


“Koşarken Yavaşlar Gibi”

Bu romanı, kuşkusuz yukarıdaki satırların ışığında serinkanlıca yapılmış bir planla yazmadım. Bunları belki de hiç düşünmedim bile. Ama insan –eğer özellikle sırtını dönmemişse- nefes aldığı havanın bir parçası olmaktan uzak durabilir mi? Gazetelerin baş sayfalarına çıkan cesetleri, önlerinde daktilolar ve kitaplarla haber ajanslarına çıkarılan hırpalanmış genç bedenleri, cezaevi kapılarında şikâyetsiz ömür tüketen annelerin yüzlerini görmezden gelerek yaşayabilir mi? Sağından solundan geçerken bir noktada hayatına değen hayatları kalbinde duymadan insan, insan olabilir mi?
Olamaz. Görmek, yaşamak ve insan olmak, çok şükür ki bazılarımıza göre hâlâ “biz” duygusuyla, yakından ilgili.
Ben de onlardan biriyim. Yıllardır insana dair ne varsa üzerinden panzerlerin –sonra da makam arabalarının- geçtiği bu ülke, insani ilişkilerin bile bir karşılığa denk düşecek kadar ucuzlamış olması bilincimi yaralarken; cezaevinden çıkan bir dostun kalabalık caddede yürürken yaşadığı sersemleme,  küçük köşecikler edinip bireysel kurtuluşlarını inşa etmekte olanlar, “o senin sorunun” kalıbını üreten bencil hayatlar, yeni zamanlara ayak uyduramayıp “kaybeden” olmanın ezikliğini taşıyanlar, aç ve evsiz ve asıl önemlisi de hayalsiz/geleceksiz kalıp deliren, canına kıyan, çöp toplayan “o şarabi eşkıyalar”, meyhane masalarında ağlayarak biten hatırlamalar, yalnızlar ve coşkuyla alanlara koşarken vasatın sokaklarında yavaşlamak zorunda kalanlar, “çözülen bir yün yumağı” gibi çözülen hayat ve en çok da -sağ ya da ölü- ölen arkadaşlar kalbimi kırdı.
Başka bir şey yazamazdım ki, istesem de yazamazdım.
Bu kırıklığın, bu yenilginin zehrini atmak lazımdı. O zehir ki, ömrümüze gölge düşüren bir acı olarak yaşadığımız her şeyde vardı; aşklarımızda, arkadaşlıklarımızda, her yerde…
Sanırım, bu uzun yılları en iyi anlatan şiirlerden biriydi Yağmur Atsız’ın hüzünlü şiiri, “Günlerimiz”.
"Savrulan yapraklar gibi
akıp giden günlerimiz
cenaze törenlerinde
sessiz sitemsiz…"
Ama bir kez hayal kuran iyi bilir, umut vardır, hep vardır. Daha iyi hayal kurarsın, hayallerinin peşinde koşarken daha akıllı olmaya çalışırsın, ama vazgeçmezsin. Çünkü hayalden vazgeçilmez. Vazgeçersek ölürüz.
Bu roman, o hayali evirip çevirip daha kusursuz bir hayal yaratmanın, korkmadan eleştirmenin ama vazgeçmemenin romanı olsun istedim. İsterim ki, aynı duyguyu okur da paylaşsın…

Taraf Kitap - 15 Haziran 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder