roman cümlesi

"İnsan hayatı, okunması gerekli kitapların yanında çok, ama çok kısadır. İyi bir okuyucunun okuyabileceği kitap sayısı iki, üç bini geçmez. Bu nedenle asla rastgele okumamalıyız. Ben kitap değil, yazar okuyun derim." (Mehmet Eroğlu)

31 Ocak 2012 Salı

Mesele Şubat Sayısında Leyla Erbil'i Ağırlıyor

Mesele Dergisi, Şubat 2012 sayısında, Kalan'la dünyamıza bir güzellik daha katan Leyla Erbil'i ağırlıyor. Berat Günçıkan'ın Erbil'le yaptığı röportaja, Şükrü Argın'ın Kalan analizi eşlik ediyor. Dergide ayrıca Nilüfer Zengin'in son dönemlerdeki medyatik çıkışlarıyla tartışma yaratan Kutluğ Ataman'a dair eleştiri yazısı, Tarık Ali'nin "İslamiyet Beşlisi" Üzerine Karalamalar'ı, ve Sarphan Uzunoğlu'nun Sevinç Altan'la yaptığı yaratıcı sanatsal eylem ve sanat üzerine bir röportaj yer alıyor.

Yeni sayının tartışma yaratacak yazılarından biri de Semra Topal'ın Ayşe Kulin'in yeni romanı üstüne yazdığı yazı ve Kulin'in homofobik söylemine dair analizi. Turgenyev'in politik ve edebi kimliğinin oluşumu üstüne yazılan yazı da ünlü yazarın ülkesinin dışına taşmış hayat ve edebiyat öyküsünün politik arka planını irdeliyor. Mesele bu sayısında 100 yaşında hayatını kaybeden ünlü Magnum fotoğrafçısı Eve Arnold'a da veda etmeyi ihmâl etmiyor...

30 Ocak 2012 Pazartesi

Mustafa Suphi ve Yoldaşlarını Kim Öldürdü?

Mustafa Suphi ve yoldaşları, '15'ler' diye anılan Türkiye'nin ilk komünistleri, Türkiye Komünist Partisi'nin kuruluşundan kısa bir süre sonra Türkiye'ye girmeye ve mücadelelerini ülke içinde sürdürmeye karar verirler. Fakat dönem, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından dünyanın emperyalistlerce yeniden paylaşıldığı ve o arada yeryüzünün en büyük ülkelerinden birinde, Rusya'da, Lenin'in Bolşeviklerinin gerçekleştirdiği Ekim Devrimi'yle sosyalizmin fiilen hayata geçirilmeye başlandığı bir dönemdir.

Türkiye ve Rusya üzerinde büyük hesapları olan İngiltere, kendi gücünü tartarak ağırlığını nereye vereceğini kararlaştırırken, devasa Osmanlı İmparatorluğu'nun dağıldığı koşullarda Türkiye de kendine yeni bir yol arayışındadır ve savaş mağlubu olarak, kendine yardım eli uzatan Sovyet hükümetinin desteğini görmektedir. Mustafa Suphi ve yoldaşları Türkiye'ye işte böyle bir dönemde; Kazım Karabekir'le yaptıkları görüşmeler doğrultusunda, Mustafa Kemal'in de yakın ilgisi ve bilgisi kapsamında girerler. Hemen sonrası, Erzurum'da başlayıp Karadeniz sularında tamamlanan bir trajedidir...

 Daha önce 'Çerkes Ethem: Baki İlk Selam' kitabıyla tanınan araştırmacı Emrah Cilasun, dört yıl süren yoğun çalışmasının ürünü olan bu kitabında, Türkiye'de örgütlü komünizmin başlangıç noktası sayılan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Türkiye'ye gelişleri ve 28/29 Ocak 1921'de Karadeniz açıklarında katledilişlerini belgeleriyle bir tarihçeye dönüştürüyor...

29 Ocak 2012 Pazar

"Başka Deniz" Yok Artık!


Ağlayan Çayır (To Livadi Pou Dakryzei, 2004)
Yazı: Füsun Çiçekoğlu - Bianet


"Nice burunlar geçtik, nice adalar,
deniz bir başka denize karışıyordu"


Theo Angelopoulos'un, çekimleri sırasında geçirdiği kazada yaşamını yitirdiği Başka Deniz(The Other Sea) filmi, Yorgo Seferis'in Destansı Öykü'sünden bu dizelerle başlayacaktı.
20. yüzyıl üçlemesini, geçtiğimiz Aralık'ta çekimine başladığı Başka Deniz'le tamamlayacaktı Angelopoulos. Ağlayan Çayır (To Livadi Pou Dakryzei, 2004) ilk, Zamanın Tozu (I Skoni Tou Hronou, 2008) ikinci filmiydi 20. Yüzyıl üçlemesinin.
Ağlayan Çayır için şöyle demişti Angelopoulos: "...Bu filmin doğrudan tek bir olayla ilişkili olduğunu söylemek mümkün. Sonsuzluk ve Bir Gün'ün gösterildiği Cannes Festivali'nden sonra yurda döndüğümde annemin ağır hasta olduğunu öğrendim. Kısa süre sonra da onu kaybettik. 1998 yılıydı. Annem, yirminci yüzyıl boyunca yaşamıştı. Öldüğünde bu yüzyıl sona ermek üzereydi. Yirminci yüzyılın başında doğmuş, sonunda ölmüştü. Diyeceğim o ki, bu onun yüzyılıydı. Ama belli bir açıdan benim yüzyılım olduğu da doğrudur."

Kendi yüzyılının kişisel değerlendirmesini yapacağı filmin hikâyesi ortaya çıkmaya başlayınca, beş ya da beş buçuk saat sürebilecek bu filmi, izlenebilirlik açısından fazla uzun olacağını öngördüğünden, üçlemeye dönüştürme kararı aldı Angelopoulos.

1999'da, yeni yüzyıl kutlamalarının yapmacık vaveylası arasında, sinemasıyla hep hakikati hikâye eden Theo Angelopoulos, ait olduğu yüzyılın bitişini anlatmaya böyle başladı. Ağlayan Çayır, 1919 yılından 2. Dünya Savaşı'na kadar olan dönemi Yunanistan'da yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmelerle aktarıyordu.

Zamanın Tozu ise Ağlayan Çayır'dan devraldığı sözü 2. Dünya Savaşı dönemiyle devam ettiriyor, Beethoven'ın 9. Senfonisi çalarken Brandenburg kapısında 20.yüzyıla veda ederek bitiyordu.

Hayatlarımızın üzerine tozunu serpeleyen, yaşanmış ve yaşanmakta olan her şeyin üzerine çöken zamanda, sınırlardan ötede ve beride geçen bir yol hikâyesi olarak tasarlanmıştı üçleme. Geçmişin, dünün değil, bugünün parçası olduğunu, hatıraların geçmişe değil bugüne ait olduğunu hikâye etmişti yarım kalan üçlemesinde Angelopoulos.

"İlk defa aşık olmak gibi"

Zamanın Tozu (I Skoni Tou Hronou, 2008)
r söyleşide Başka Deniz'le ilgili olarak kendisine yöneltilen, üçlemenin devamı da olsa, yeni bir filme başlamanın nasıl bir duygu olduğu sorusunu, "Her zamanki gibi, ilk defa âşık olmak gibi... Hâlâ aynı heyecan, aynı coşku, aynı istek..." diyerek cevaplamıştı Angelopoulos.

Coşkuyla, heyecanla ve istekle bekliyorlardı Başka Deniz'i Angelopoulos'un izleyicileri... Aşkla bekliyorlardı... Zamanın tozu altında kalan hikâyeleri anlatan ve o hikâyeleri geçmişten çıkarıp alma derdindeki filmlerini hep bekledikleri gibi Angelopoulos'un.

Başka Deniz'de 21. yüzyılla yüzleşerek değer yargılarının yitişini, etik olanın çöküşünü, büyük sermaye ile sanatın-kültürün arasındaki çatışmayı, yozlaşmayı, sürgünleri, sığınmacıları anlatacaktı. Bir yol filmi olacaktı Başka Deniz. Olanaksız bir yolculuğun, sığınmacıların düşüncelerinden, düşlerinden başka güzergâhı olmayan bir yolculuğun hikâyesini anlatacaktı.

"Tıpkı Odysseia'da olduğu gibi tüm sığınmacıların yolculukları acılarla, engellerle dolu. Onlar toplumun çöpleri değiller, hepsi insan. Geleceğin Avrupa'sı sığınmacıların Avrupa'sı olacak" diyen Angelopoulos, Türkiye dâhil tüm Akdeniz bölgesini kökten etkileyen büyük bir coğrafya değişimini anlatacaktı 20. Yüzyıl üçlemesinin son filminde; işçilerle sığınmacıların dayanışmasını, Yunanistan'daki ekonomik krizi, krizin sosyolojik etkilerini hikâye edecektiBaşka Deniz'de.

"Değişmeyen bir şey var: Başrolde ilk iki filmdeki gibi Eleni adlı bir kadın. Bu kez öykü Pire'de Arnavut, Afgan, Pakistanlı, Somalili ve Cezayirli sığınmacıların yaşadığı bir barakada geçiyor. Kahramanlar kafalarındaki simgesel evi bulmanın peşinde. Ev kavramı üzerinde duruyorum çünkü insanlar devamlı seyahat etme ihtiyacında. Yer değiştirdikçe zihinlerindeki ev kavramına bir anlığına da olsa varacaklarını sanıyorlar. Aradıkları kendileriyle dünya arasında dengelerin kurulduğu bir yer alında. Bu dengenin bulunması epey zor... Dahası çok nadir...

Mesele; savaşta kaybedilen şeyler değil, bozulan o denge. 

Ben şahsen evimi, yani kendimle ve dünyayla uyum içinde yaşayacağım o yeri bulabilmiş değilim henüz. Üçlemenin ilk iki filminde de bu yitik ve kaybedilmiş duygular var aslında. Zamanın Tozu'nda büyük dede Eleni'ye elini uzatıyor; eski dengeleri, eskiyle olan dengeleri yeniden kurmak için... Üçüncü filmde ise her şey yeniden altüst olacak." demişti, Başka Deniz için Angelopoulos.
Hiçbir şey sona ermedi, ermez de...
Zamanın Tozu, "Hiçbir şey sona ermedi, ermez de... Hiçbir şey asla sona ermez... Zamanın tozu altında donuklaşan hikâyemi, geçmişten çıkarıp almaya geldim..."diyordu.

Asla sona ermeyecek olan bir hikâyeden, başka bir dünyanın hayalinden bahsetmişti Zamanın Tozu'nda. Kanadı kırılmış bir yüzyılın, 20. yüzyılın hikâyesini anlatıyordu bize.

Zamanın Tozu'nun son sahnelerinde, eski yüzyıl sönüyordu inceden tozuyan kar altında ve 31 Aralık 1999 gecesinde Berlin'de yeni yüzyılı karşılayan, Beethoven'in 9. Senfonisiydi. Aynı, 1989 yılı sonunda olduğu gibi...

1989'da Aralık sonunda, Brandenburg Kapısı'nın açıldığı gün, Berlin'in doğusunda ve batısında kurulan dev ekranlardan 9. Senfoni yayınlanmış ve finaldeki sevinç bölümünde Doğu'da ve Batı'da tüm meydanlardan "özgürlük" sözcüğü yükselmişti.

Bu özgürlüğün nasıl bir özgürlük olduğunu, evsizlerin barınağıyla göstermişti bize Angelopoulos, Zamanın Tozu'nda. Berlin'in evsizleri "özgürlük" adı altında pazarlanan bu barbarlık çağında yıkık binalara sığınıyorlar şimdi.
Kapitalizmin özgürlüğüne, yani aç kalma, yoksullaşma, yoksunlaşma, polisten dayak yeme, hapsedilme, işkence görme, göçe zorlanma, eğitimsiz kalma ve tüketme, sadece tüketebildiğin kadar var olma özgürlüğünü karşılamıştı yaratılan vaveylayla dünya 20. Yüzyılın sonunda. 1989'da, Brandenburg Kapısı işte böyle bir acı özgürlükler çağına açılmıştı...

Uğursuz bir motorsiklet


Brandenburg Kapısı'nda kaybedilen barış, demokrasi ve sosyalizm savaşına yeniden girişmenin yolunu gösteriyordu Angelopoulos Zamanın Tozu'nun son sahnesinde.

Büyük dede Spyros'un elini tuttuğu torunu Eleni'yle yeni yıl sabahında, Brandenburg kapısından eski dengeleri, eskiyle olan dengeleri yeniden kurmak için başka bir zamana geçişi, rüyanın yeniden başlamasından, ütopyanın diriltilmesinden başka yol yoktur artık deyişiydi Angelopoulos'un...

Berraklığını yitirmeye başlayan hikâyemizi zamanın tozu altından kurtarmaktan başka çare yok dedi Angelopoulos sinemasıyla bize hep.

Üçleme tamamlanamadan, Sonsuzluk ve Bir Gün'ün son sahnesi girdi araya sanki... Uğursuz bir motosiklet, Başka Deniz'in çekim mekânlarından olan Pire'de sonsuzlukla buluşturdu büyük ustayı... Sevenlerini acı içinde bırakarak ayrıldı dünyadan Angelopoulos.

Kayıp kelimelerin en acısını söylemenin, "argathini"  demenin zamanı şimdi...
Sonsuzluk ve Bir Gün'ün üç kayıp kelimesi Korfulamu, Xenitis, Argathini...

Kayıp üç kelime

Sonsuzluk ve Bir Gün filminde, ömrünün hesaplaşma günündeki ozan Alexandros,  'Yarın nedir?' sorusunun cevabını ararken zamanın anlamını sorgular.
Ölümcül bir hastalık nedeniyle o günün akşamında hastaneye yatmaya hazırlanan Alexandros, Selanik'te deniz kıyısında bir bankta oturup, çocuk ticareti yapan çeteden ve polisten kurtardığı kaçak Arnavut göçmeni çocuğa, İtalya'da doğan Yunanlı şairin, Solomos'un hikâyesini anlatır.

Şöyledir hikâyesi Solomos'un
"Osmanlı-Yunan savaşının sürdüğü yıllarda, bir gece rüyasında gördüğü annesi, Solomos'u adasına geri çağırır. Rüyasında aldığı bu çağrı üzerine adasına geri dönen Solomos yoksulluk, açlık ve felaketle karşılaşır anavatanında. Özgürlük savaşının sürmekte olduğu anavatanında herkes elinden geldiğince katkıda bulunmaktadır direnişe. Şair, Yunanlı olmasına rağmen Yunanca bilmez; kendi adasında, kendi insanlarının arasında olmasına rağmen onların dilini bilmediğinden onlarla konuşamaz ve konuşmalarını anlayamaz. 'Bir şairin elinden gelen, özgürlük şiiri yazmaktır' diye düşünen Solomos, bu şiiri yazmalıyım; benim de katkım bu olmalı' der. Solomos'un, bilmediği bir dilde şiir yazmak için kelimeler almaya başladığı adada, garip bir şairin kelimeler aldığı haberi kısa sürede yayılır."
Çocuğa anlattığı bu hikâyeden sonra kelime almaca oyunu oynamaya başlarlar kendi aralarında Alexandros ile çocuk. 19.yüzyıl şairi Solomos'un "Hür Esir" adlı bitmemiş şiirini tamamlamaya çalışan Alexandros, oynadıkları oyunda çocuktan kelime alacaktır, tıpkı Solomos gibi.

Çocuk, Selanik Limanı'nda koşarak kalabalığın içine dalar ve her geri dönüşünde yeni bir kelime getirir Alexandros'a. Yunanistan'ın en büyük ulusal şairlerinden biri olan Dionysios Solomos'un yarım kalmış şiirini tamamlamaya ömrünü adayan Alexandros, sonsuzluktan önceki hesaplaşma gününde rastlaştığı Arnavut çocuktan üç kelime alır bu oyunda.

Kelimelerin ilki 'korfulamu'dur. 'Korfulamu'nun sözlük anlamı, 'çiçek göbeği'dir. 'Korfulamu' kelimesinin Yunanca'da ifade ettiği duyguysa, annesinin kucağında uyuyan çocuğun huzurudur; kelime şefkat, sevgi, huzuru anlatır.

İkinci kelime 'xenitis'tir. Angelopoulos'un bir korsandan öğrendiği, Yunanca'nın unutulmuş bir kelimesidir 'xenitis'.

Yunanca'da 'yaban' anlamına gelen 'xenos'dan türetilmiş bir kelime olan 'xenitis', sürgün olma halini, ama daha çok da, hep sürgünde olma duygusunu anlatır. Her yerin yabancısı ve her yerde sürgünde olanlar için kullanılır.
Oyunun son kelimesi 'argathini'dir. Gecenin körü anlamına gelir 'argathini'.

'Argathini', en karanlık derinliğidir gecenin. Her şey için çok geç kalınmış olmasını anlatmak için kullanılan bir sözcüktür. Heraklitos'un, "Zaman, sahilde çakıl taşlarıyla oynayan bir çocuktur", sözleriyle başlayan filmin son sahnesinden geriye, zamana dair 'argathini' sözü kalır.

Bir soruyla başlayan film, başka bir çocuğun, o soruyu çocukken sormuş olana sunduğu kelimeyle cevaplanır. Soruyu çocukken soran, şimdi ölümün kıyısındaki yaşlı adam kıyıda kalırken, çocuk kendi sürgününde yeni bir adım atar, kaçak olarak Amerika'ya giden gemiye biner.

Alexandros'un Yunanistan'daki 1967 darbesinden kaçtığında tamamlamaya ömrünü adadığı Yunan dilinin büyük şairi Solomos'un şiirine üç kelime bulunur sonsuzluktan önceki hesaplaşma gününün oyununda... Üç sürgünü Solomos'u, Alexandros'u ve Arnavut çocuğu bir araya getiren kelimeler 'korfulamu', 'xenitis' ve 'argathini'dir.

Kayıp kelimelerin en acısını söylemenin, "argathini"  demenin zamanı şimdi... Sonsuzluk ve Bir Gün'de üç kayıp kelimenin izindeki şairi anlatan büyük yönetmenin, Angelopoulos'un ardından ağlamaktan başka bir şey gelmiyor elden bu kör karanlıkta şimdi.

Sonsuzluk ve Bir Gün filminde, kaçak Arnavut göçmeni çocukların hayret, korku, hasretleSelim'in, bir polis arabasının çarpmasıyla ölen arkadaşlarının ardından "Hey! Selim" diye ağıt yakmaları gibi...
"Hey! Selim!
Bu gece bizimle olamaman ne acı
Hey! Selim!
Çok korkuyorum, Selim.
Deniz o kadar büyük ki!
Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim?
Hepimizin gideceği o yer neye benziyor?
Dağlar mı var, vadiler mi,
Polisler mi var orada askerler mi,
hiç geriye bakmadık ki biz.
Şimdi tek görebildiğim, deniz, uçsuz bucaksız deniz.
Rüyamda annemi gördüm gece 
kapının eşiğinde durmuş, ağlıyordu.
Noel'di, çanlar çalıyordu.
Dağlara kar düşmüştü.
Keşke burada olaydın
bize eskisi gibi
o limanlardan,
Marsilya'dan, Napoli'den,
Şu koca dünyadan bahsedeydin
Hey! Selim, anlat, anlat bize
Şu koca dünyadan bahset. 
Hey! Selim, konuş, konuş bizimle... 
" (*)

Bir polis arabasının çarpmasıyla hayatı son bulan Selim'in ardından kendilerini nasıl daha da fazla sürgün hissediyorsa ona ağıt yakan arkadaşları, izleyicileri de öyle şimdi Angelopoulos'un... 'Burası' her zamankinden daha fazla sürgünde olmaktır çünkü artık, Angelopoulos'un yokluğunda.
"Kondula Lemonia" ile uğurlayalım Angelopoulos'u...
Angelopoluos bize filmlerinin, izledikçe çoğalan hikâyelerini, her izlemede farklı sahnelerinde duraladığımız ân resimlerini bıraktı.
Son filmini yarım bırakıp sonsuzluğa gitse de Angelopoulos, kayıp kelimeleri bulup, bıraktı geride.
Zamanın tozunu ve rüyasını bıraktı bize giderken, yarım kalmış en güzel hikâye olarak.
Kendini xenitis olarak tanımladı, her yerin sürgünüydü. Yurdu, filmleri oldu... Yurdu kelimeleri oldu, kaybettiği kelimeleri arayan şairler oldu yurdu.
Yurdu, en sevdiği türküyle onu uğurlayanların kalpleri olacak bundan böyle. Denizin başka denize karıştığı yerde, burada da, Atina'da onu uğurlayanlara eşlik ederek mırıldandığımız eski bir Yunan halk türküsü olsun Angelopoulos'un yurdu.
Sonsuzluk ve Bir Gün'de Selim'e ağıt yakan arkadaşları gibi mırıldanalım Angelopoulos için "Kondula Lemonia"yı , Ufacık Limon'u...
Başka Deniz'den de, "Kondula Lemonia" ile uğurlayalım Angelopoulos'u... (FÇ/HK)

* Türkünün Yunanca Sözleri:
Μωρή κοντούλα λεμονιά
Μωρή κοντού-, μωρή κοντούλα λεμονιά
με τα πολλά λεμό-, λεμόνια.
Βησσανιώτισσα
σε φίλησα κι αρρώστησα
και το γιατρό δεν φώναξα.
Πότε μικρή, πότε μικρή μεγάλωσες
κι έγινες για στεφά-, στεφάνι;
Βησσανιώτισσα...
Χαμήλωσε, χαμήλωσε τους κλώνους σου
να κόψω ένα λεμό-, λεμόνι.
Βησσανιώτισσα...
Για να το στί-, για να το στύψω, να το πιω
να μου διαβούν οι πό-, οι πόνοι.
Βησσανιώτισσα...

* Hey! Selim, " To a Dead Friend " parçası çalarken kaçak Arnavut göçmeni çocukların ölen arkadaşları için yaktıkları ağıt. "To a Dead Friend", Eleni Karaindrou'nun bestesi, Eternity and a Day (Sonsuzluk ve Bir Gün) filminden (Theo Angelopoulos, 1998)

Kaynaklar:
* Theo Angelopoulos'un filmleri ve sinema anlayışıyla ilgili görüşlerini içeren söyleşilerinin toplandığı bir kaynak için bkz. der. Dan Fainaru, Theo Angelopoulos, çev. Mehmet Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006.

* Ölü Bir Arkadaşa... Hakan Şenyuva için, Füsun Çiçekoğlu, Mesele Dergi - Temmuz 2008.

* Zamanın Tozu, Füsun Çiçekoğlu, Mesele Dergi, Ocak 2010.

* Usta Yönetmen Yeni Filminin Açılış Sahnesini Kız Kulesi'nde Çekecek, Aslı Selçuk, Cumhuriyet, 23 Aralık 2011.

* Her Şey Altüst Olacak, Jülide Karahan, Skylife, Ağustos 2011.
BİANET

Zamanın tozlarına karışan bir yönetmen: Theo Angelopoulos


Yazı: Esra Yalazan / Taraf - 29 Ocak 2012

Ölüm haberini okuduğumda korkunç bir ürpermenin ardından imzası olan görüntüler üşüştü zihnime. Onları puslu çerçevelerin içine yerleştirmeye çalışırken kazanın ayrıntılarını okudum. Beni sarsan sadece yetmiş altı yaşında bir adamın, sevdiğim bir yönetmenin hayatını sonlandıran motosiklet çarpmasıyla caddenin ortasına savrulması değildi. Benzeri bir kazayı altı yaşındayken geçirdim. Sabahın erken saatlerinde okul yolunda sevdiğim bir şarkıyı mırıldanarak yürürken motosikletli bir adam bana çarpmış ve aynı şekilde beyin kanaması tehlikesiyle hastaneye götürülmüştüm. Sanırım büyük travmalar yaratan korkuların, acıların tohumu yaşadığımız sürece benliğimize yerleşiyor ve son âna kadar bize eşlik ediyor. Onu hayalimde öylece tek başına yerde yatarken gördüm ve o ilk şoku atlattıktan sonra biraz gaddar ve bencil bir arzuyla yanına oturup bu garip ‘son’u konuşmak istedim. Ömrünü sinemaya adamış, filmlerin sonunu bilerek hep ‘açık’ bırakmış usta bir yönetmen, eminim kendi sonuna dair ‘filmler’ çekmişti. Böylesini hayal eder miydi bilmiyorum. Edebilse bile hikâyeyi böyle çekmeyeceğine eminim. O sertliği, vahşeti, şiddeti doğrudan göstermekten ziyade hayatın şiirini görüntülerin diline tercüme etmekten hoşlanıyordu çünkü.
O gece ne zamandır izlemeyi isteyip nedense her defasında garip bir dürtüyle ertelediğim son filmiZamanın Tozu’nu buldum ve bir süre öylece pencerenin önünde oturdum. O “insanlar bugün filmleri hatırlamak için değil unutmak için seyrediyorlar” diyordu. Karanlığın içinden elmas yüklü şilepler geçiyordu. Sisli Manzara filminde babalarını aramak için sonu olmayan bir yolculuğa çıkan çocuklar dumanlar arasında kayboluyordu. Küçük kız “korkuyorum” diyordu, oğlan “korkma, sana bir hikaye anlatacağım” diye teselli ediyordu kardeşini: “Başlangıçta kaos vardı, sonra ışık karanlığı deldi.” O filmin sonunda sis yavaşça dağılır, çocuklar ufukta bir ağacın gövdesine sarılırlar. Ben o son kareyi değil de nedense karların üzerinde can çekişen yaralı ata ağlayan çocuğu görüyordum sürekli. Güçlü imgelerin de travmalar gibi hafızamızda, kalplerimizde derin yarıklar açtığını biraz şaşırarak hatırladım.


“Bu ölüm anlamlı olsun”

Filmi ertesi gece kristal kar tozlarının çatılardan, sis üfleyen kara bacalardan, telaşla koşturan ‘kimsesiz paltolardan’, kedilerin ıslak yüzlerinden, sıska, kuru ağaçlardan, düşlerimdeki ceylanların gövdelerinden savrulduğu bir vakit seyretmeye başladım. Açılış sahnesi, “Hiçbir şey son ermedi, ermez de. Geçmişe doğru süzülüp giden bir hikâyenin başladığı yere döndüm. Zamanın tozunda berraklığını yitiren ve sonra ansızın öyle bir anda tıpkı bir rüya gibi geri gelen hikâye” cümleleriyle başlıyordu. İçimde bir şeyler daha kırılıp döküldü. Onun hikâyesi bitti sanıyorduk, hâlbuki daha yeni başlıyordu. İzlediğim film üçlemenin ikincisiydi. Üçüncüsünü Öteki Deniz’i (The Other Sea) tamamlayamadı ama hikâyeleriyle, görüntüleriyle her defasında ‘son’ sandığımız yerde bizi yeni bir başlangıcın beklediğini gösterdi.
Film, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında geçiyor. Yunanistan’daki solcular Doğu Bloku ülkelerine göç ediyor. Yönetmen üç karakter aracılığıyla bu yüzyılın kırılma anlarını anlatıyor aslında bize. Berlin duvarının yıkılması gibi simgesel olaylarla birlikte, aynı kadını hayatlarının sonuna kadar seven iki adamın hikâyesini de izliyoruz. Yunanlı bir kadın, Yunan ama sürgünde doğmuş Amerika’da yaşayan bir adam ve bir Alman Yahudi’si şair. Angelopoulos, Türkiye’ye geldiğinde yönetmen Yüksel Aksu’yla yaptığı söyleşide, şair Jakop’un intiharını anlatmış: “Sevdiği kadın onu terk ediyor aynı zamanda. Ve ona hiçbir şey kalmıyor artık. Ne düşler, ne sevdiği kadın, ne de başka bir şey... Bir şiir vardır. O şiirde, ‘“Tanrım, bize ölümü ver ama bu ölüm anlamlı olsun, bir ritmi olsun, bu ölümde anlamlı bir şeyler olsun yani boşuna yaşamış olmayalım’ şeklinde bir ifade var. Yani solcu bir Yunan’ın intiharını anlatıyor Jakop’un ölümü.”


Senaryo bir araç...

Bize anlatma şansı olsaydı böyle ölmenin de anlamlı olduğunu söyler miydi bilmiyorum ama yaşadığı sürece umudu her şeye rağmen yitirmemek gerektiğini, muhteşem görüntülerle, ona nedenleri, her daim sorulan ‘uzun planlarla’ anlattı. Zamanın Tozu diğerlerinden farklı olarak daha konuşkan ve biraz daha ‘akışkan’ bir film. Bir Avrupa ve dünya hikâyesi çünkü. Kahramanları İngilizce, Almanca ve geriye dönüşlerde Rusça konuşuyor. Bu filmde uzun sekanslar olmadığı için hayal kırıklığına uğrayan izleyicilere tahmin ettiğim gibi bir cevap vermiş: “Her filmin kendine has özellikleri var. Her film kendi biçimini dayatıyor. Kimi filmler plansekanslarla ilerler, kimileri daha kısa olur. Yani insan ben böyle yapacağım diye karar verdiği için öyle olmuyor. Öyle olması gerektiği için sonunda öyle oluyor. Ben senaryoları yazıyorum ama senaryo bir araç, ben ona birebir uymuyorum hiçbir zaman.” Bitirmeyi başardığı son film, sadece ona has dilinin ötesinde film yapmak isteyen yeni kuşaklara ders niteliğinde izlenmeli bence. Yetmiş yaşını aşkın bir yönetmenin ilkelerinden, duruşundan, sinemaya bakışından ödün vermeden değişen dünyaya nasıl uyum sağladığını da gösteriyor.
Böyle hissettiğim için Dan Fainaru’nun derlediği röportajlardan oluşan kitabı okudum ve sevdiğim bir yönetmen hakkında yanılmadığımı anlayınca, sabah uyandığında dünyanın karla temizlendiğini görüp sevinen çocuklar gibi hissettim. ‘Yaşadığımız çürüyen dünyaya belki de son direniş formu olan sinema’ hakkındaki düşüncelerini, içimizde aradığımız soruların cevaplarını, kendi deyişiyle “Bergman’ınki gibi işkence çekmeyen karakterlerini, çocukluğunu, çalışma yönetmelerini, oyuncularla ilişkilerini, kuytuda kalmış duygularını, keskin düşüncelerini” onu daha bugünden özleyerek okudum. Bu dünyaya onlardan çok gelemeyeceğini kavrayacak kadar yaşadım çünkü.


“Zaman kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuk”

Gabriel Schulz 1998’de Sonsuzluk ve Bir Gün üzerine yaptığı söyleşide, ona zaman algısını sormuş. Cevabıyla karnımın altındaki kuşların kanat çırptığını duydum: “Zaman kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuktur. Filmimin karakterleri zaman ve mekân içinde, sanki zaman ve mekân yokmuşçasına yolculuk ederler. En önemli soru şudur: ‘Yarın ne kadar sürecek?’ Ve cevap: ‘Sonsuzluk ve Bir Gün.’ Talihliysek, bugün yanımızda taşıdığımız geleceğin görüntüsüne ulaşırız.” O çektiği her filmle geleceğin hayallerini, ütopyalarını, geçmişin düşünceleriyle, hatırlarıyla taşıdı seyircisine.
Sanırım Angelopoulos’u sevenler pek çok özelliğinin yanı sıra bahsettiği ‘zamansız ve mekânsız’ ruhuyla hatırlayacak. O filmlerinde de insanların, ülkelerin, düşüncelerin ‘sınırsızlığını’ anlattı. Hikâyelerini kendi deyişiyle uzun cümleler yazan yazarlar gibi ifade etmeyi tercih etti. Anadilimizin ‘tek gerçek kimlik kartımız’ olduğuna inandığı için ülkesini şiddetle eleştirmesine rağmen, kültüründen, yaşadığı coğrafyadan, dilinden hiç kopmadı. Hikâyeleri, anadili, topladığı imgelerden yaptığı resimler onun hakiki yuvası oldu.
Bu kitapta onu doğru hissedebildiğimi gösteren itiraflar, beni en az filmleri kadar çarptı. O manzaraların, puslu resimlerin Yunanistan’da olmadığını söyleyenlere, “Aslında onlar yoktur. Ben Yunanistan’ı karış karış dolaştım. Bu yolculukta hoşuma giden yerler keşfettim; bir ev, bir sokak, bir tepe, bir köy. Bunları bir kolaj biçiminde topluyorum. Bir bakıma bir ressam gibi görüntü yaratıyorum. Böylece hayalimi tuvale yansıtıyorum” diye cevap veriyor ve sonuna şu basit cümleleri söylüyor: “Ben gerçeği anlattığım iddiasında değilim, kendi hayalimi gerçeğe yansıtıyorum. Sürekli olarak kendime sorduğum bir soru var: Kişisel deneyimlerimi şiire nasıl dönüştürebilirim?”


“İnsan hep aynı filmi yapar”

Theo Angelopoulos, bir gün tutuklanıp ortadan kaybolan, aylarca eve dönmeyen babasının gidişiyle ilk büyük hayal kırıklığını yaşamış ve o sırada ilk şiirlerini yazmış. O zamandan beri şiirin hayatındaki gücüne içtenlikle inandığını söylüyor. Kendi anı depomuza girip gerçek hayatta başımıza gelen bazı olayları yeniden yaşadığımızı düşünüyor. “Eserlerim çocukluğumun ve yeniyetmeliğimin o özel anıları, o zamanın duygu ve halleriyle doludur. Bence yaptığımız her şeyin tek kaynağı küçüklüğümüzde yatar” diyor ve benim de sanatta inandığım o prensibi net bir dille itiraf ediyor: “Bence insan hep tekrar tekrar aynı filmi yapar.”
Angelopoulos’un hemen her filminde bir yoluculuk vardır ve dediği gibi merkezine koyduğu ‘hayali bir baba figürünün arama’ hikâyesiyle genişler. O çocuk tam olarak o olamasa da biz hep ondan bir parça görüyoruz. İşte şiirin hayatı kutsal kılan bu formu beni hakikaten çok etkiliyor. Filmleri duygusal ve entelektüel birikiminin toplamı olsa da, o her defasında, göçmenleri, mültecileri, sevdiklerine kavuşamayanları, yoksulları, diktatörlerin ezdiği halkları, dünyanın iyiliğini, kötülüğünü, çaresizliğini, umudunu, hayatla ölüm arasındaki sınırları anlatsa da onu sinema yapmaya iten, son âna kadar içinden söküp atamadığı melankolisiydi.

Bu özelliği onu karamsar değil yaratıcı bir insan yapmış sadece. Bir hayalperest olduğu halde ütopyalarının dünyayı değiştirip daha ileri götüreceğine inancını hiç kaybetmemiş. Hayatının sonuna doğru siyasetle, genellemelerle uğraşmayı bırakıp bireyin mücadelesini önemsediğini söylüyor.
Bunları yazarken, onu tıpkı son filminin, son karesindeki yaşlı adam gibi karlar içinde ‘sonsuzluğa’ koşarken görüyorum. Penceremin önündeki kuşların minik başlarına yastık tüyleri misali yumuşakça düşen karlara baka kalıyorum. O, zaman tozlarının berraklığını yitirip ansızın geri gelmesi gibi beliriveriyor önümde. Her çekiminin son filmi olabileceğini anlatıyor. Sonra kahvede konuşan iki ihtiyardan bahsediyor. “Önümüzden geçip giden güzel kadınları seyrediyoruz. Bir kadın uzaklarda kayboluyor. Biri diğerine ‘böyle daha ne kadar devam edeceğiz’ diye soruyor. Yanındaki ‘sonuna kadar’ diyor.” Filmlerinde anlattığı annesini, babasını, dostlarını, ölülerini çok özleyen ve nihayet onlara kavuşan küçük Theo’nun yüzüne bakıyorum. “İşte, sinema benim için böyledir” dedikten sonra filmindeki kimsesiz küçük çocuklar gibi bir ağaca sarılarak sisler arasında usulca kayboluyor.
***

(Theo Angelopoulos, Derleyen: Dan Faınaru, Agora Kitaplığı, Çev. Mehmet Harmancı)

aesrayalazan@gmail.com

25 Ocak 2012 Çarşamba

Şu bizim dev tutsaklığımız


Emma Goldman üstüne düşünmek, Emma Goldman üstüne yazmak, onun üstüne bir birikimi gerektirir elbette; üstüne bir de Emma Goldman’ın üstüne düşüncelerini kurguladığı Anarşizm’i tarif ettiği metinlerden oluşan ‘Anarşizm neyi savunur?’ hakkında fikir ortaya koymaksa bir çeşit delilik. Kitabın henüz girişinde “Her yeni neslin mücadele etmek zorunda kaldığı ve üstesinden gelebileceği şey, bizleri bir ağ gibi saran geçmişin yüküdür,” diyerek geçmişin yüklerinden kurtulup bir gelecek inşaasına girişen Goldman Emerson’un etkin bir ruh arayışına referansla mutlak hakikati arayan o ruhun peşine düşüyor. 
Goldman’ın anarşizme ilişkin temel görüşlerini ele alırken onu ‘büyük kurtarıcı’ olarak tanımlamasından yola çıkmakta fayda var, ona göre anarşizm insanın kendisini esir alan hayaletlerden kurtulmak için seçebileceği yoldur. Goldman, bize hükmedenleri üç sınıfta toparlıyor. Goldman’ın bakış açısına göre din, insan aklının, mülkiyet ihtiyaçlarımızın; hükümet de insan davranışlarının hâkimi olarak insanın köleliğinin kalesini teşkil ediyor. Goldman, tüm bu hâkimler karşısında yaşadığımız değersizleşmeye, ruhun ve bedenin aşağılanışına odaklanıyor. 
Goldman’ın söyledikleri, sade bir çeviriyle aktarıldığından, iktidarın kuşatması altında kalan tüm kitlelere seslenebilecek kadar açık; dahası Goldman, fikirlerin karmaşıklığından ziyade pürlüğü ve parlaklığını temsil ediyor. O güncelin, gündeliğin yöntemini reddediyor. Dahası gündelik olanın ve sistemin bize hükmetmek için ortaya koyduğu argümanlara da argo tabirle ‘posta koymayı’ çok iyi beceriyor. Suç kavramını, suçun gerekçelerinden uzakta irdeleyen devlet bakış açısını ve ‘suç bastırma aracı’ olarak devleti, şiddeti ve şiddetin anlamını masaya yatırıyor. Dahası, tüm hakimlerin arkasına kapitalist ihtiraslarını gizledikleri o malum kavrama ‘insan doğası’na da değinmeden geçmiyor. Belki de burada kalemi Goldman’a bırakmak yapabileceğimiz en akıllıca iş oluyor: “Ancak bugün, herkesin ruhu bir hapishaneye kapatılmış, bütün yürekler zincire vurulmuş, yaralı ve sakatlanmışken insan doğası diye bir şeyden nasıl bahsedebiliriz ki?” 
Goldman bize dev tutsaklığımızı hatırlatmaktan hiç çekinmiyor. O zincirlerimize duyduğumuz o garip sevdayı sorguluyor, onla kavga ediyor. Esaret altındaki hayvanların laboratuvarlarda gözlenmesinden farkı olmayan ‘doğamıza dair’ dayatılmış gerçekliklerin köklerini kazıyor. İnsan doğasına maledilmiş tüm ‘yalanların’ hesabını soran Goldman, kendi gerçekliğini yaratmak adına yola çıkmaktan da bir an olsun geri durmuyor. O belki de Zizek’in Badiou’yla yaptığı ünlü tartışmada vardıkları sonucun çok öncesinde yazdığı metinlerinde filozoflara yüklenen ‘farklı bir soru sorma’ ve ‘farklı bir bakış açısı yaratma’ işini de, siyasal olarak bir çözüm üretme işini de üstleniyor. Bu nedenle hem çağının alternatif bir düşünürü olarak hem de siyasal bir simge olarak rolünü fazlasıyla yerine getiriyor. 
 
Tüm baskılara inat 
Goldman anarşizmin sadece slogandan ibaret olan algısını kırıyordu; kitap da sloganların hayata aktarımı sürecinde tam olarak görevini kavramış bir militanın hayat görüşlerini yansıtıyor. Belki de Goldman, görüşleriyle bugün için ‘yeni’ bir bakış açısı sunmuyor gibi görünebilir; ancak Goldman’ın Agora Kitaplığı tarafından yayımlanan ‘Anarşizm Neyi Savunur?’ kitabı birçok bağlamda Goldman’ın farklı siyasal pozisyonlarda geçen ve anarko bir sosyalist olarak bugüne ciddi bir miras bırakan hâlini çok iyi tanımlıyor. 
Onun, Rus devrimine dair şu sözleri kadın bir antiotoriterliğin samimiyetini kanıtlar nitelikteydi: “... Rusya’daki ilave hayal kırıklığım tüm tarih boyunca otorite, hükümet ve devlet, daha önce bu kadar içsel olarak statik, gerici ve hatta karşı-devrimci olmamıştı. Kısacası, devrimin bizzat anti-tezi.” Onun çizgisi, kızıl bürokrasiden, devlet totaliterliğine tüm baskılara inat çizilmiş gibiydi. O, erkek egemen sistemin kendi muhalefetini bile kurguladığı bir dünyada eril bir iktidar sevdasıyla dalga geçen bir kadın olarak öyle ya da böyle anarşizme merhaba demek isteyenler için fazlasıyla sağlam bir kaynak. 


Sarphan Uzunoğlu / Radikal Kitap


ANARŞİZM NEYİ
SAVUNUR?
Emma Goldman
Çeviri: Derya Kömürcü
Agora Kitaplığı
2012, 144 sayfa, 13 TL.

24 Ocak 2012 Salı

Büyük Anlatıların Sinemacısı Theo Angelopoulos Öldü

Sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden Theo Angelopoulos, Atina'da geçirdiği trafik kazasının ardından yaşamını yitirdi.


Sinema tarihine Ulis'in Bakışı, Sonsuzluk ve Birgün, Kumpanya, Leyleğin Geciken Adımı, Arıcı ve Puslu Manzaralar gibi başyapıtlar armağan etmiş 77 yaşındaki Yunan yönetmen Theo Angelopoulos, Pire Drapetsona otoyolunda kurulmuş film setinde bir motosikletin çarpması sonucu ağır yaralandı.Ambulansla Faliro'daki bir hastaneye götürülen ve yoğun bakıma alınan ünlü yönetmen, müdahalelere rağmen kurtarılamadı.


Theo Angelopoulos kimdir?
Theodoros Angelopoulos  (d. 27 Nisan 1936 ö. 24 Ocak 2012) Yunan sinemasının Costas Gavras ve Costas Ferris ile birlikte öncü yönetmenidir. Sanatsal sinemanın en önemli çağdaş temsilcilerindendir.Mitololojik göndermelere bol yer verilen filmlerinde, daha çok bireyden hareketle tarihsel bağlam içinde toplumsal olaylar konu edilmektedir. 
Özellikle entelektüel bireyin yaşama dair ızdırapları ve düş kırıklıkları işlenir. Filmlerinde geniş plan çekimler ve uzun sekanslar çokça yer alır. Çoğunu Eleni Karaindrou'nun müziklediği filmleri arasında şunlar sayılabilir: 36 Günleri, Avcılar, Kumpanya, Kitera'ya Yolculuk, Arıcı, Puslu Manzaralar, Leyleğin Geciken Adımı, Ulis'in Bakışı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Ağlayan Çayır, Zamanın Tozu.Theo Angelopoulos, 20-26 Eylül 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilen 17. Altın Koza Film Festivali'nin onur konuğu olarak Adana'ya gelmiş ve ödül törenine katılmıştı. Bu festivalde yönetmenin "Kiteraya Yolculuk", "Arıcı", "Leyleğin Geciken Adımı", "Ulis'in Bakışı", "Sonsuzluk ve Bir Gün", "Ağlayan Çayır" ve "Zamanın Tozu" adlı filmlerinin "Balkanların Belleği - Theo Angelopoulos" adlı özel bir bölümde gösterildi.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Agora Kitaplığı'ndan dört yeni kitap!

Agora Kitaplığı Ocak ayının ortasında dört yeni kitapla okurlarına ulaşıyor.

Anarşizm Neyi Savunur? - Emma Goldman


Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur'da anarşizmin sınırsızlığını tanımlıyor. Günlük hayatın her alanında anarşinin faalliğini savunan Goldman, yeni bir eylem pratiğine, yeni bir yönetim anlayışına dair fikirleriyle yeni bir tahayyülü mümkün kılıyor. Sınırsızlığın, otorite tanımazlığın toğasını tanımlıyor.

Çev.: Derya Kömürcü




Fotoğrafın Kısa Tarihi - Walter Benjamin
Walter Benjamin'in fotoğraf teorisi konusunda en önemli makalesi olan "Fotoğrafın Kısa Tarihi" ile sanat teorisinde çığır açıcı bir etkisi olan "Teknik Araçlarla Yeniden-Üretim (Çoğaltma) Çağında Sanat Eseri" adlı makalesinin yeni, özenli çevirileri...

Çev.: Osman Akınhay




Sinematografi İnsanın Yüzüdür - Ingmar Bergman


Daha önce, tiyatro ve sinema hayatını anlattığı "Büyülü Fener" kitabıyla bilinen 20. yüzyılınbüyük sinema yönetmenlerinden Ingmar Bergman'ın sinemaya, tek tek filmlerine ve hayatadair görüşlerini anlattığı söyleşilerinden oluşan bir kitap...

Çev.: Selim Özgül





Bir Bebek Evi (Nora) - Henrik Ibsen


Aristokrasi'ye ait olan tragedyanın, burjuva toplumu için ilk denemesi olarak kabule dilen eser, tiyatro tarihinin en çekici ve çarpıcı kadın karakterlerinden birinin öyküsünü anlatıyor.İbsen'in dile hakimiyeti ve felsefi üstünlüğü, eserin güncel ve çekici karakterini oluşturuyor.






17 Ocak 2012 Salı

Arundhati Roy: Hindistan’ın milyarderlerinin ardından “fışkıran hakikat”e dikkat!

Agora Kitaplığı yazarlarından Arundhati Roy,  İngiliz gazetesi Financial Times için Hindistan’da, dünyanın birçok ülkesiyle benzer ve paralel biçimde ilerleyen tekelleşme ve tekellerin tüm ülke politikalarını idareleri altına alma sürecine dikkat çeken bir makale kaleme aldı. Gerilla mücadelesine tanıklığından güncel politikaya farklı konulara değinen üç makalesinden oluşan Kayıp Cumhuriyet isimli kitabını yakında yayınlayacağımız Roy, makalesinde Hindistan'daki sınıfsal gerçekliklere ve kapitalizmin uyguladığı şiddete dikkat çekiyor.



Bu bir yuva mı, yoksa ev mi? Yeni Hindistan için bir tapınak mı, yoksa onun hayaletleri için bir depo mu? Gizem saçan ve sessizliğiyle korkutan Antilla, Mumbai’deki Altamount Road’a geldiğinden beri hiçbir şey eskisi gibi değil. Beni oraya götüren arkadaşım “İşte buradayız, yeni hükümdarımıza saygılarınızı sunun” dedi.
Antilla’nın sahibi Hindistan’ın en zengin adamı, Mukesh Ambani. Antilla’ya dair bir şeyler okumuştum; şimdiye kadar inşa edilmiş en pahalı konut, 27 katlı, üç helikopter pistine sahip, dokuz asansörü, asma bahçeleri, balo salonları, spor salonu, altı katlı otoparkı ve 600 hizmetçisi var. Dikey çimenliği beklemiyordum –devasa metal kafese bağlanmış yukarı doğru yükselen bir çim duvarı. Çim, yer yer kurumuştu, parçalar düzenli dikdörtgenlere düşmekteydi. Belli ki “damlama” çalışmamıştı.
Fakat “fışkırma” çalışmıştı. Bu yüzden 1.2 milyar nüfuslu Hindistan’da ülkenin en zengin 100 insanı, gayrisafi yurtiçi hasılanın çeyreğine eşit servete sahip. Sokaktaki (ve New York Times’taki) bilgi Ambanis’in Antilla’da yaşamadığı şeklindeydi. Belki şimdi oradadırlar, ancak insanlar hâlâ hayaletlere ve lanete dair söylentiyi fısıldıyor. Bunun tamamen Marx’ın kabahati olduğunu düşünüyorum. Şöyle demişti: “Kapitalizm, ortaya devasa üretim ve değişim araçları çıkarmıştır, bu, büyüleriyle çağırdığı öbür dünyadan güçleri artık kontrol edemeyen büyücüye benzer.”
300 milyonumuzun “reform” sonrası yeni orta sınıfa mensup olduğu Hindistan’da, borca batarak intihar eden 250 bin çiftçinin hayaletiyle ve yolumuzu açmak için yoksullaştırılmıl ve mülksüzleştirilmiş 800 milyon kişiyle yan yana yaşıyoruz. Ve günde 50 cent’ten az bir parayla yaşamını sürdürenlerle.
Bay Ambani’nin kişisel serveti 20 milyar dolardan fazla. Piyasa değeri 2.41 trilyon rupi (47 milyar dolar) olan Reliance Endüstri Limited’in (RIL) çoğunluk hissesini idare ediyor ve bir dizi küresel işletmede payı var. RIL, birkaç hafta önce haber ve eğlence kanallarını işleten medya grubunun büyük hissesini satın alan Infotel’de yüzde 95 hisseye sahip. Ülkenin tek 4G geniş bant lisansı Infotel’de. Ambani’nin aynı zamanda bir de kriket takımı var.
RIL, bazılarına ailelerin sahip olduğu, bazılarıyla öyle olmayan ve Hindistan’ı yöneten bir avuç şirketten biri. Tata, Jindal, Vedanta, Mittal, Infosys, Essar ve Mukesh’in kardeşi Anil’in sahibi olduğu ADAG şirketi bazı diğerleri. Büyüme mücadeleleri Avrupa, Orta Asya, Afrika ve Latin Amerika geneline yayılmış. Örneğin Tatalar, 80 ülkede 100’den fazla şirket işletiyor. Hindistan’ın en büyük özel sektör enerji şirketlerinden biri onlar.
İşletmelerde karşılıklı iştirak, “fışkırma hakikati” kurallarıyla kısıtlanmadığı için, daha çoğuna sahip oldukça daha da fazlasına sahip olabilirsin. Bu arada, şirketlerin siyasetçileri, yargıçları, bürokratları, medya kuruluşlarını nasıl satın aldıklarına, demokrasinin nasıl da kuyusunu kazdıklarına ve sadece ritüellerini devam ettirdiklerine dair acı verici detaylarla skandal üstüne skandal patladı. Trilyonlarca dolar değerindeki muazzam boksit, demir cevheri, petrol ve doğalgaz rezervleri, piyasanın çarpık mantığına bile karşı koyarak çok düşük bedellerle şirketlere satıldı. Rüşvetçi politikacıların ve şirketlerin kartelleri, halkın milyarlarca dolar parasının hortumlanmasına neden olacak biçimde rezervlerin miktarlarını ve kamusal varlıkların gerçek piyasa değerlerini düşük göstermek için gizlice anlaştılar. Ayrıca arazi gaspları da mevcut –yöre halkının zorla yerinden edilmesi, topraklarına devlet tarafından el konulan ve bu toprakları özel şirketlere verilen milyonlarca insan (özel mülkiyetin dokunulmazlığı anlayışı, yoksulların mülkiyeti için nadiren geçerli olur). Birçoğu silahlı olan kitlesel başkaldırılar patlak verdi. Hükümet, bunları bastırmak için orduyu konuşlandıracağını belirtti.
Şirketlerin, muhalefetin hakkından gelmek için kendilerine ait sinsi stratejileri mevcut. Kârlarının çok küçük bir kısmıyla hastaneler, eğitim kurumları, vakıflar çalıştırıyorlar, böylece sivil toplum örgütlerini, akademisyenleri, gazetecileri, sanatçıları, film yapımcılarını, edebiyat festivallerini ve hatta kitlesel protestoları finanse ediyorlar. Bu, kanaat önderlerini kendi etki alanlarına çekmek için hayırseverliği kullanma yöntemi. Bunları reddetmek “gerçeğin” kendisini reddetmek kadar absürd (ya da anlaşılması güç) görünsün diye olağanlığın içine sızma, sıradanlığı sömürgeleştirme. Buradan hareketle, bunlar “ortada alternatif yok” anlayışına doğru kıvrak ve kolay bir adım.
Tatalar, Hindistan’ın en büyük hayırsever tröstlerinden ikisini yönetiyor (Bu yardıma muhtaç kuruluşa, Harvard İşletme Okulu’na 50 milyon dolar bağışladılar). Madencillik, metal ve enerji sektörlerinde en büyük paya sahip olan Jindaller, Jindal Hukuk Okulu’nu yönetmekte ve yakın zamanda Jindal Siyasal Bilgiler ve Kamu Politikaları Okulu’nu açacaklar. Yazılım devi Infosys’in elde ettiği kârlar ile finanse edilen Yeni Hindistan Vakfı, sosyal bilimcilere ödüller ve burslar veriyor.
Hükümeti, muhalefeti, mahkemeleri, hür düşünceyi nasıl kontrol ettireceğini çözmekten arta kalan, büyüyen huzursuzluk ve “halk iktidarı” tehdidinin üstesinden gelmektir. Bunu nasıl evcilleştirirsiniz? Protestocuları nasıl evcil hayvanlara dönüştürürsünüz? Halkın öfkesini nasıl emer ve bu öfkeyi çıkmaz sokaklara doğru yönlendirirsiniz? Hindistan’da Anna Hazare tarafından önderlik edilien, ziyadesiyle orta sınıf ve açık biçimde milliyetçi olan yolsuzluk karşıtı hareket iyi bir örnek. Şirket destekli medya kampanyası, gece gündüz bu hareketi “halkın sesi” şeklinde ilan etti. Hareket, demokrasiden geriye kalan tortuları bile zayıflatan bir kanun isteğinde bulundu. Wall Street’i İşgal Et hareketinin aksine, özelleştirmeye, şirket tekellerine ya da ekonomik “reformlara” karşı tek kelime dahi etmedi. Hareketin medyadaki başlıca destekçileri, projektörü şirketlerin muazzam yolsuzluk skandallarından üzerinden başka yöne çevirdi ve hükümetin takdir haklarından daha fazla vazgeçmesi, daha fazla reform ve daha fazla özelleştirme çağrısı için siyasetçilerin kamuoyu nezdindeki yıpranmışlıklarını kullandı. Bu “reform”larla ve olağanüstü fakat işsizlik içeren büyümeyle geçen yirmi yılın ardından Hindistan’da düyanın her yerinden daha fazla yetersiz beslenmiş çocuk ve eyaletlerinden sekizinde Aşlağı Sahra Afrikası’ndaki 26 ülkenin toplamından daha çok yoksul insan var. Ve şimdi uluslararası finansal kriz yaklaşıyor. Büyüme oranı yüzde 6.9’a düştü. Yabancı yatırım ülkeden çekiliyor.
Kapitalizmin kendisinin ortaya çıkardığı gerçek mezar kazıcıları, Marx’ın devrimci proletaryası değil, kapitalizmin ideolojiyi imana dönüştüren hayali kardinalleri. Geçeği algılamakta ya da çok basit biçimde kapitalizmin (Çin’deki türü de dahil) gezegeni yok ettiğini söyleyen iklim değişikliği bilimini kavramakta güçlük çekiyor gibi görünüyorlar.
“Damlama” başarısız oldu. Şu anda “fışkırma”nın da başı dertte. Mumbai’nin kararan gökyüzünde yıldızlar belirir belirmez, ellerinde cızırdayan telsizlerle krıışık keten gömlekli nöbetçiler Antilla’nın korku veren kapılarının önünde beliriyor. Işıklar parıldıyor. Belki de hayaletlerin ortaya çıkıp oynamalarının zamanıdır.

12 Ocak 2012 Perşembe

Woody Allen: Altın Çağı Bitmeyen Adam


Ünlü birini tanımlamakla, başarılı birini tanımlamak arasında büyük farklılıklar olabiliyor, ünlülükte hamasi sıfatlar yeterli olacakken başarı bir ölçüt istiyor. Açıkçası hem ünlü hem de başarılı bir yönetmen olarak Woody Allen'ı tanımlarken şu sıradan tanımlamaların ötesine geçmek şart: Karl Marx ve Albert Einsetin'dan sonra gelmiş gecmiş en akıllı Yahudi, bir araştırmaya gore New Yorklu entelektüel kadınların en beğendiği erkek, Hannah ve Kızkardeşleri, Annie Hall gibi filmleri yapmış olan adam. 

Konu Woody Allen olduğunda işin içine hem sokağın dili giriyor, hem bastırılmış cinsel arzular, hem de kendisinden sürekli 'komik' olması beklenen bir adamın inceden inceye hissetmeye başladığı o suçluluk duygusu. Allen, bu suçluluk duygusunu iyi kaldırıyor, dahası bastırılanları sokağın diliyle içimize salıvermek de onun en iyi altından kalktığı iş.

Agora Kitaplığı'nın yayınladığı  Robert E. Kapsis ve Kathie Coblentz tarafından derlenen Woody Allen kitabı ise bu sanat adamının varlığına düşülmüş bir not. Üstelik bu not, tek başına övgülerden bir demet değil; aksine fazlasıyla eleştirel bir ürün. Dünyaca ünlü gazetelerin uyanık muhabirlerinin soruları Allen'ı savunma makamına yolladığı kadar, onu pohpohluyor da. Bazen, iki denk arasındaki sohbetin dayanılmaz mücadeleci ruhuna tanık oluyorsunuz, bazen de yönetmenin muhabiri dişlerinin arasında sıkıştırmasına.

Kitaptan anlaşılan şeylerden biri şu ki, Allen aynı röportajlar serisindeki diğer yönetmenlerin aksine kendine olan aşkını her şeyin ötesine koymuyor; bu onun kendini sevmediği anlamına kesinlikle gelmesin, alışıldık 'anlaşılmamış yönetmen' egosu yahut saldırganlığı kesinlikle Allen'ın sokağına uğramıyor. Allen, saldırgan bir söyleşi vermemeyi teknik olarak yeğlemiyor, olanı ortaya dökmek onun söyleşiden anladığı şey.
Yönetmenin söyleşilerine 'nasıl' geldiği de aslında kim olduğundan daha mühim. O her ne kadar “İzninizle gerçek dünyaya dönmek zorundayım,” demiş  olsa da asker üniformasıyla geldiği röportajları hayatının şovlaşan yanını gözler önüne seriyor. O, bu dünyanın ahlâki normlarından ve çürümüşlüğünden uzakta bir yerde yaşıyor, filmlerinde anlattığı aileler aslında kendi kafasındaki ailenin yapısını bozmak adına ortaya koydğu birer deneme, üstelik başarılı denemeler bunlar.  O kesinlikle kaybettiği bir hayatı varsa -ki var-, onla kavgalı değil, dahası röportajlarında konu merak edilen biri olarak kendisine geldiğinde, 'ben' dediği şeyi ortaya koyarken fazlasıyla cüretkâr olabiliyor.

O'nun cinselliğe bakışındaki daimi 'edepsizlik', hepimizi cezbeden bir dünyaya çağrı gibi, seksi kendisi için uzak bir ihtimal gibi gösterirken, aslında onun kolay ele geçirilebilir olduğu koşullara açıkça eleştiri sunuyor. O aşkı anlatırken, işin içine aldatmayı katmaktan çekinmiyor, ilişkilerin doğasına hakim. Sokak tabiriyle, tanrının bildiğini kuldan saklamıyor. Zaten röportajlarla dolu bu kitabı okunmaya değer kılan da tam da bu samimiyet oluyor. Ebru Kılıç'ın çevirisiyle Agora Kitaplığı aracılığıyla yayına sunulan kitap 288 sayfadan oluşuyor. Sürekli artık öyküleri bitmiştir denen; ama her seferinde benzer bir temayı bambaşka bir öyküyle önümüze bırakıp bu menüye hayranlıkla bakmamızı sağlayan Allen, altın yıllarını hiç bitirmiyor. O'na ve sinemasına bağlı olanlar içinse keyifli seyir ve okuma imkanları da buna bağlı olarak eksik olmuyor...



SARPHAN UZUNOĞLU - TARAF KİTAP

11 Ocak 2012 Çarşamba

Tina Modotti veya ‘Ateş ölmesin diye’…



Siyah-beyaz bir kare. Ufacık kızını emziren bir anne. Annenin bir tek sol göğsü görünüyor. Esmer tenli bebeğin küçücük eli, sütünü emdiği göğsün üstünde. E.E. Cummings’in şiirini anımsatıyor; “kimsenin yok, yağmurun bile, böyle küçük elleri”.

Yazı: Meral Çiçek - Yeni Özgür Politika

Bugünün gözüyle güzel, özellikle kusursuz kompozisyonu ile dikkat çeken bir fotoğraf, çekildiği dönemde ise tam bir skandal! Çünkü 1920’li yıllarda Aztek bir kadını bebeğini emzirirken fotoğraflamak ve bu fotoğrafı galerilerde sergilemek hem siyasal hem de toplumsal bir mesajdı, bir tabunun kırılmasıydı. Ve fotoğrafı çeken Tina Modotti’nin hayat hikayesi, zaten bir bütün olarak 20’nci yüzyılın başında kadınlar için ‘öngörülen’ ile çelişki içinde. Henüz çocuk yaşlarda çalışmak zorunda kalan bir çocuktan aktrisliğe, fotomodelden mutfakçılığa, fotoğrafçıdan devrimciliğe uzanan hayatı, dönem itibariyle dikkat çekici. Ama hikayemizi baştan anlatalım…
Tina Modotti’nin yolculuğu, İtalya’nın kuzeyindeki Udine kentinde başlar. Burada 16 Ağustos 1896’da Assunta Adelaide Luigia Modotti Mondini adında miliner (şapkacı) bir annenin ve makinist bir babanın kızı olarak dünyaya gelir. 7 çocuklu ailenin ekonomik durumu genelde kötüdür; sürekli iş arayan baba genelde evden uzaktadır. Bundan dolayı sadece ilkokula gidebilen Tina 9 yaşındayken, babası, iş bulma umuduyla ABD’ye gider. Aile aylarca babadan ne haber ne de ekonomik destek alamayınca, yardımlarla ayakta kalmaya çalışır. Tina, 13 yaşına girdiğinde iplikhanede günde 10 saat çalışmaya başlar, ardından bir tekstil fabrikasına geçer. 17 yaşındayken, artık haber aldıkları babalarının yanına, San Francisco’ya gider. Burada da fabrikalarda çalışan Tina’nın hayatı, 1915 yılında Kanadalı ressam ve şair Roubaix del’ Abrie Richey (Robo) ile tanışmasıyla değişir. Tanıştıktan 2 sene sonra birlikte yaşamaya başlarlar ve Los Angeles’e taşınırlar. Herkese evli oldukları izlenimini verseler de, resmi olarak evli değiller. Daha önce San Francisco’da İtalyanlara ait ufak mekanlarda sahneye çıkan Tina Modotti, burada üç filmde rol alıp, oyunculuk yapar. Zira 1910 yılı itibariyle Los Angeles’in Hollywood semti film yapımcıları tarafından ideal bir mekan olarak keşfedilince, ülkenin sinema endüstrisi burada toplanır.
Los Angeles’te bohem bir çevreye sahip olur çift. Sanatçı arkadaşlarından biri de, 20’nci yüzyıl Amerika’sının en önemli fotoğrafçılarından Edward Weston. Hayattayken de siyah-beyaz fotoğrafçılığın ustası sayılan Weston için Tina, fotoğraflamayı en çok sevdiği modeli olur.
Bazı kaynaklarda Tina Modotti’nin daha İtalya’dayken amcasının stüdyosunda fotoğrafçılıkla tanıştığını ve babasının da San Francisco’da benzer bir stüdyoda çalıştığını belirtirken, bu meslekle asıl Weston sayesinde yakından ilgilenmeye başladığı muhtemeldir.
1920’li yıllarda Meksika birçok sanatçı için bir çekim alanı haline gelir ve Robo da Aralık 1921’de oraya gider. Robo, Tina’nın Edward Weston ile ilişkisinden bihaber. Tina, Weston’u bırakıp Robo’nun yanına gitmeye karar verir, ancak O Meksika’ya ulaşmadan 2 gün önce Robo çiçek hastalığından hayatını kaybeder. Robo’nun başlatmış olduğu projeyi tamamlamak için Meksika Ulusal Güzel Sanatlar Akademisi’nde Robo’nun ve Weston’un çalışmalarından oluşan bir sergi açar. ‘Işık saçan’ ülkeye, onun sanatçılarına ve bir bütün olarak Meksika’da hakim olan hareketli atmosfere hayran kalır. Ancak Mart ayında babasının ölüm haberini alınca ABD’ye döner. Burada yıl sonunda Robo’nun anısına kaleme almış olduğu şiir ve düzyazılarından oluşan ‘The Book of Robo’ kitabını yayımlar.
Amerika’ya döndükten bir yıl sonra ise, Temmuz 1923’te Weston ile yapmış olduğu bir anlaşma doğrultusunda, hayatının en önemli durağı olacak Meksika’ya döner: O Weston’un stüdyosunu işletecek ve evinin işleriyle ilgilenecek, karşılığında da fotoğrafçılık eğitimini alacak. Weston, en büyük oğlu Chandler ve Tina ile birlikte Meksika’ya gider, Weston’un eşi ve diğer 3 çocuğu ABD’de kalır. Aralarında – 1928’de Meksika Komünist Partisi’nin organı olacak devrimci ‘El Machete’ dergisini çıkaran – David Alfaro Siqueiros, Diego Rivera ve Jose Clemente Orozco gibi sanatçıların bulunduğu devrim sonrası bohem çevrenin içinde yer alırlar, birlikte bir portre stüdyosunu kurarlar. Ünlü antropolog Anita Brenner’in ‘Idols Behind Altars’ kitabı için fotoğraf çekmekle görevlendirilince, birlikte ülkenin dört bir yanını gezip Meksikalıların fotoğraflarını çekerler. Tina ile Weston’un fotoğrafçılığı arasındaki fark bu çalışmada da görülür; Weston daha çok ülkenin manzaralarına ve halk sanatına odaklanırken, Tina sıradan insanlar ve onların hayatı ile ilgilenir.
Çalışmalarını ilk 1924’te Weston ile ortak bir sergide tanıtır. Serginin açılışına Meksika Devlet Başkanı da katılır. 1925 ve 1926 yıllarında hasta annesini ziyaret etmek için kısa süreliğine gittiği ABD’de belgesel fotoğrafçılığın kurucularından sayılan Dorothea Lange ile tanışır. Meksika’ya döndükten sonra ise kültürel ve siyasal yenilikçilerle oluşan bir topluluk kurar ve gelişmekte olan Meksika duvar resmi hareketinin gözde fotoğrafçısı olur. Ayrıca bu dönemde radikal politik ve komünist hareketin çok sayıda öncü kadrosu ile de tanışır. Giderek daha politik bir kimlik kazandığı bir dönem başlar hayatında.
1926′da Weston’dan ayrılır, bir yıl da sonra Meksika Komünist Partisi’ne katılır. Manos fuera de Nicaragua adlı Sandinist hareketi destekler, idam mahkumu Sacco ve Vanzetti’nin özgürlüğü için yapılan eylemlere katılır ve burada İtalyan devrimci Vittorio Vidali ile tanışır. Yaşamını yine portre fotoğrafçılığından sağlamasına rağmen, Mexican Folkways, Forma ve El Machete, Arbeiter-Illustrierte Zeitung ile New Masses gibi daha radikal politik yayınlar için fotoğraf çeker. Yine çeviri de yapar. Yakın arkadaş çevresinde yer alanlardan biri de Frida Kahlo’dur. Hatta bazı kaynaklara göre Kahlo ile Rivera’yı tanıştıran da Tina’dır.
Meksika’daki siyasi iklim 1920’li yılların sonunda hızlı bir şekilde değişmeye başlar ve Tina da bundan nasibini alır. Ocak 1929’da yakın arkadaşı Julio Antonio Mella’ya Kübalı ajanlar tarafından suikast düzenlenir. Kısa bir süre sonra da Meksika Devlet Başkanı Pascual Ortiz Rubio’ye suikast girişiminde bulunulur. Hem Meksika hem de İtalya polisinin hedefinde olan Tina, bu suikastların faili olduğu iddiasıyla gözaltına alınır. Polis suçu üstüne atmayı başaramaz ama basının komünist ve göçmen karşıtı kampanyasıyla kamuoyunda da her iki ölümle ilişkilendirilir, ‘azgın ve kanlı Tina Modotti’ olarak isimlendirilir.
Meksika hükümetinin antikomünist kampanyası sonucu Tina, Şubat 1930’da ülkeden sınırdışı edilir. Gemiyle Rotterdam’a gider. Faşist Mussolini liderliğindeki İtalya iadesini ister ancak Uluslararası Kızıl Yardım aktivistlerinin yardımıyla faşistlerin eline geçmekten kurtulur. Rotterdam’dan Berlin’e geçer. Burada Çekoslovakya Komünist Partisi’nin eski başkanı Bohumir Smeral, gazeteci Egon Erwin Kisch ve fotoğrafçı Lotte Jacobi ile tanışır. Jacobi’nin stüdyosunda Meksika’da çekmiş olduğu fotoğraflarını sergiler. Tekrar fotoğrafçı olarak çalışmaya başlar. Almanya’dan sonra, İtalya’ya gidip antifaşist direnişe katılmak üzere İsviçre’ye geçer. Fakat hem Almanya’daki siyasi durumdan dolayı –faşizm burada da giderek yükselmekte– hem de sınırlı maddi kaynakları nedeniyle dostu Vittorio Vidali’nin tavsiyesine uyar ve 1931’de Moskova’ya gider. Kendini artık tamamen siyasi mücadeleye adayan Tina, ne yazık ki Moskova’ya gittikten sonra bir daha fotoğraf makinesini eline almaz. Hatta makinesini Moskwa nehrine attığı söylenir.
Bu yıllarda Uluslararası Kızıl Haç’ta yabancı basında çıkan haberleri hem çevirir hem de kendi haber yazar. Uluslararası İşçi Yardım Örgütü’nün ve Komintern’in çalışmaları için Avrupa’nın çeşitli yerlerinde faaliyet yürütür. 1936’da İspanya’da iç savaş patlak verdiğinde Vidali ile oradaki direnişe katılır. Kod adı Maria’dır. İspanya’da iken Uluslararası Faşizme Karşı Aydınlar Kongresi’nin hazırlık çalışmalarında da yer alır. Uluslararası Tugaylar safında mücadeleye katılan aydınlardan Ernest Hemingway, Robert Capa, Dolores Ibarruri ve Antonio Machado gibilerle birlikte çalışır. Yine dostuyla birlikte Miguel Hernandez’in ‘Viento del Pueblo’ (Halkın Rüzgarı) adlı şiir kitabını yayına hazırlar. Madrid’de Ulusal Dayanışma Kongresi’nin hazırlıklarını yürütür. Fakat 1939’da faşist diktatör Franco’nun zaferiyle birlikte İspanya’yı terk etmek zorunda kalır. Vidali ile Paris’e gidip, partiden İtalya’da mücadelenin illegal sahada çalışma iznini ister fakat talepleri reddedilince Meksika’ya dönerler.
Meksika onun için belki bir umuttu. Ama beklediğini bulamaz. Geçimini çevirilerle sağlamakta güçlük çeker. Uluslararası Guiseppe Garibaldi İttifakı için çalışma yürütür ama toplumsal ve kültürel yaşama çok da katılmaz artık. Zaman zaman Meksika’ya gelen sürgün yazarlardan Anna Seghers ve Constancia de La Mora ile biraraya gelir. 5 Ocak’ı 6 Ocak 1942’ye bağlayan gece bir takside geçirdiği kalp krizi sonucu mücadele dolu hayatını kaybeder. Diego Rivera, Vidali’nin Stalin’in talimatıyla Tina’yı ortadan kaldırdığı iddiasını ortaya atarken, intihar söylentileri de ortalıkta dolaşır. Ancak otopsi raporu kalp krizi sonucu ölümünü belgeler.
Ölümünden sonra Şili’nin ünlü şairi Pablo Neruda, Tina’nın anısına ‘Tina Modotti’nin Kitabesi’ şiirini yazar, şiirin birkaç dizesi Leopoldo Mendez’in portresinin gravürünü hazırladığı mezar taşına yazıldı:
(…)

Bir gün geçecekler küçük mezarının yanından,
solmadan önce dünün gülü,
yarının adımları geçecek yanından
görmek için sessizliğin yandığı yeri.
Bir dünya yürüyor, bacım, gittiğin yere doğru.
Her gün şarkın ulaşıyor
sevdiğin ışıltılı halkın ağzında.
Yüreğin cesurdu senin.
(…)


Bacım, senin halklarındır bunlar, adını her gün ananlar,
her yerden gelen bizler, sudan ve topraktan,
ele vermeyiz adını ve başka adlar söyleriz.
Ateş ölmesin diye.
Pablo Neruda 

Çeviren: İsmail Aksoy


5 Ocak 2012 Perşembe

Agora Kitaplığı 2012'ye üç kitapla başlıyor

Agora Kitaplığı, yeni yıla üç kitapla başlıyor. Woody Allen'ın röportajlarından oluşan kitapla sinemanın önde gelen simalarıyla röportajlar serisini devam ettiren kitaplık, Kadının Hâlleri'nde kadınların 'kadınlık durumu' üzerine yazdıkları yazılardan tematik alıntıları toparlıyor. Kitaplık ayrıca Walter Benjamin'in çığır açan iki makalesini içeren Fotoğrafın Kısa Tarihi ile fotoğrafın geçmişinden geleceğine bir bakış imkanı sağlıyor.


Kadının Halleri


Kadınları dinlemeye kendilerinden başlamaya ne dersiniz? Dünyaca ünlü kadın şair ve yazarların, kendilerine has pencerelerinden, kadınlığı, aşkı, sevgiyi, hayatı ve kadın olmanın tüm bu kavramlara kattığı değeri, kendi dizeleri ve yazılarından pasajlarla anlattığı bu seçki, hem kadınların varlığına ilişkin önemli bir sorguyu içeriyor, hem de kadın olmanın anlamı üzerine sorulara cevaplar arıyor…


Derleyen ve Çeviren: Selahattin Yıldırım


Woody Allen


Bir yönetmen düşünün ki sanatsal varlığı kadar kişiliği de merak konusu olsun. Woody Allen, hiçbir şekilde sinemasının önüne geçip egosuyla sinemasını berbat eden bir adam değil; ancak onla ilgili asıl söylenmesi gereken şu; o sineması ile kişiliğinden çok ötede bir yere, hayatın ta kendisine bir bakış imkanı sağlıyor. Belki de onu ve onla yapılan söyleşileri ilginç kılan da bu. Woody Allen'ın röportajlarından oluşan bu kitabı okurken asıl üstüne düşünülmesi gereken şeye, filmin bağlamına Allen'ın bizi nasıl çağırdığı oluyor. Üstelik yönetmenin on yıllar içerisindeki gelişim ve değişimine de tanıklık etme imkanı doğuyor…

Çeviren: Ebru Kılıç



Fotoğrafın Kısa Tarihi


Walter Benjamin'in fotoğraf teorisi konusunda en önemli makalesi olan "Fotoğrafın Kısa Tarihi" ile sanat teorisinde çığır açıcı bir etkisi olan "Teknik Araçlarla Yeniden-Üretim (Çoğaltma) Çağında Sanat Eseri" adlı makalesinin yeni, özenli çevirileri...

Çeviren: Osman Akınhay