roman cümlesi

"İnsan hayatı, okunması gerekli kitapların yanında çok, ama çok kısadır. İyi bir okuyucunun okuyabileceği kitap sayısı iki, üç bini geçmez. Bu nedenle asla rastgele okumamalıyız. Ben kitap değil, yazar okuyun derim." (Mehmet Eroğlu)

22 Mart 2012 Perşembe

Foti Benlisoy'la Ayaklanan Dünyayı Yeniden Düşünmek

Foti Benlisoy'un Fransa ve Yunanistan'dan, Arap Devrimi, 'The Occupy' Hareketleri ve Kürt İsyanına 21. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası isimli kitabı 6 Nisan'dan itibaren raflardaki yerini alacak.  


Muhammed Buazizi’nin kendini ateşe vermesiyle Tunus’ta başlayan Arap devrimci süreci, ‘devrim’ kelimesini ‘bölgede’ ve dünyada gündelik kullanıma sokmuştu. Sonra, başta İspanya ve Yunanistan bir dizi Avrupa ülkesindeki kitle eylemleri, ‘öfkeliler’ (indignados) hareketi geldi, daha sonra da özellikle ABD’de ‘işgal et’ (occupy) hareketleri. Bu kez bir İspanyol devriminden, Avrupa ya da Amerikan devriminden bahsedilir oldu. 


Şili’deki devasa öğrenci muhalefetine ‘penguen devrimi’ dendi. Türkiye’deyse Kürt isyanı, ya da ‘Kürt Baharı’ tabirleri giderek popülerleşti. Elbette çoğu abartılı tanımlama ve yorumlardı bunlar. Ancak devrimin kendisinin değilse bile lafzının, bir devrimin mümkün ve istenir olduğu fikrinin yaygınlaşması, yeni yüzyılın belki de en önemli, en şaşırtıcı sürpriziydi. Benlisoy'un kitabı devrimin ansızın ve ‘vakitsizce’ yeniden siyasal tahayyül dünyamıza dahil oluşuna dair. 


Yazara göre bugün iyimserliğin zamanı da değil. Hele kriz karşısında, tarihin safımızda olduğu, kimi kazaları saymazsak her şeyin olması gerektiği gibi ilerlediği anlayışını süratle terk etmek gerekiyor. Yazar tarihin ‘yasa’larına ya da ‘normal’ akışına bel bağlayan bir iyimserlik, ‘felaket’ karşısında elimizi kolumuzu bağlayacağını belirtiyor.


Ancak Benlisoy'a göre bardağın dolu tarafı da var. Kapitalizmin krizi sosyal mücadelelerden bağımsız, steril bir fanusta cereyan etmiyor. Kitlelerin aşağıdan basıncı giderek daha fazla hissediliyor. Arap devrimci sürecinin bunca ilham ve özgüven verici oluşunun ardında, dünya çapında geniş yığınların mücadeleyi artık ‘gerçekçi’ bir seçenek olarak görmeye başlamasının payı yok mu? Yani son otuz yılda başımıza musallat olmuş yılgınlık atmosferi dağıtılabilir. Geçtiğimiz bir küsur yılda edinilmiş çok kıymetli deneyimler var


‘Uzun’ 2011’in en büyük kazanımıysa, devrimin yeniden bir ‘güncel’ seçenek olarak düşünülür kılınması başlamasıdır. Her renk ve eğilimden bütün Sol adına, kapitalizmin nihayet sonunu düşünebilmek dahi devasa bir adımdır.



Hangi Heidegger?


Kaan H. Öktem, Agora Kitaplığı tarafından yayınlanan Varlık ve Zaman Kılavuzu kitabının ardından şimdi de Heidegger’e Giriş isimli kitabıyla Heidegger okuma girişiminde olanlar için bir rehber sunuyor. Heidegger’in felsefesine kısa bir giriş niteliği taşıyan çalışmanın önemli bir kısmı Ökten’in Heidegger üzerindeki çalışmalarındaki yeni bulgulardan oluşuyor.
Kitabın asıl amacı, Heidegger çalışmaya özellikle yeni başlayanlara rehberlik etmek. Kılavuz yahut rehber niteliği taşıyan kitaplarla ilgili şüpheler elbette anlaşılabilirdir; ama söz konusu olan felsefe ve çeviri olduğunda akademik ve güvenilir bir kılavuzun varlığı her daim açıklayıcı ve bütünleyici bir nitelik taşıyor.
Heidegger’in birçok alandaki yetkinliği ise böyle bir çalışmayı baştan sona zorunlu kılıyor. Çalıştığı alanlar arasında ontoloji, metafizik, mantık, dil, fenomenoloji, tarih sanat ve teknoloji yer alan bir düşünürü farklı kodlarla algılamak için bir yol arkadaşı ihtiyacı karşılanmış oluyor. Heidegger’in ontoloji üzerine düşünceleri Varlık ve Zaman eseri üzerinden irdelenirken, metafiziğe dair görüşleri de çağdaşı ve kendisinden önce gelen düşünürlerle birlikte değerlendiriliyor. Bilindiği gibi varlığa dair görüşleri 1927 yılından itibaren çağdaş felsefenin demirbaşı olan Heidegger’i farklılaştıran da ‘insani varoluş’ ve ‘buralı olmak’ gibi kavramları kullanmasıydı.
SORU İŞARETLERİ SİLİNMEDİ
Kitabın içinde bulunan Heidegger’in kim olduğuna dair kısım Heidegger’i ve kamuoyunda kendisine yönelen fikirlerdeki çeşitliliği algılamak bakımından oldukça yararlı. Mezar taşında şöyle yazıyor Heidegger’in: “Hayatım boyunca yıldızlara yürüdüm, hepsi bu...”  26 Eylül 1889’da Almanya’nın Messkirch kasabasında dünyaya gelen Heidegger’in hayatındaki dönüm noktalarından biri belki de Freiburg Üniversitesindeki teoloji öğrenimini yarıda bırakması oldu. Bu kararının ardından fen bilimleri alanına oradan da doğa bilimi-matematik fakültesine geçiş yapan Heidegger birçok disiplinde bulunduğu akademik yaşamının meyvelerini gelecekte toplayacaktı. Teoloji eğitimini yarıda bırakmasının devamı olan aşamayı ise Birinci Dünya Savaşı’nın son yılında cephede yer alarak geçti. Katoliklikten düşünsel kopuşunu yaşadığı savaş dönemi ise akademik geçmişiyle birleşince Heidegger’e yeni bir dünyanın kapılarını açtı.
Heidegger, 1933 yılında Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisine kaydoldu. Bundan üç hafta sonra da Freiburg Üniversitesine rektör olarak atandı. Yaklaşık bir yıl kaldığı bu görev boyunca, üniversitedeki demokratik kurumları yok etti. Kampüsünde tam üç kez kitap yakma “ayini” gerçekleştirildi, siyasi muhalif ve Yahudi öğrencilere şiddet uygulandı. Kendi hocası olan Varlık ve Zaman’ı adadığı Husserl’i üniversite kütüphanesine sokmadığı iddia edildi. Bugün bile Heidegger’in şüpheyle anılmasının sebeplerinin en önemlisi bu.
Hitler’in iktidarı ele almasıyla son kırılmalarından birini yaşayan düşünürün, Hitler’in iktidardan düşüşünün ardından yaşadığı derin prestij kaybı ve tekrar kendine geliş dönemi de kitapta yer alan detaylar arasında...
Heidegger teknolojinin gelişimiyle birlikte şekillenen dünyanın eleştirisini yapmaya yönelmiştir. Bundan ötürü kimi çevreler tarafından erken dönem bir “yeşil” olarak görülmekte olmasının nedeni de bu. Yeniden şekillenen dünyanın eleştirisini yapmasıyla proaktif bir duruş sergileyen düşünürün Hitler Almanyası’nın bir parçası olmaktan bu noktaya gelişi ise soru işaretlerini silmeye pek yetmemiştir.
DOLAYLI YOLDAN HEİDEGGER’İN ÖĞRENCİSİ OLMAK
Ökten’in çalışmasındaki çekici kısımlardan biri de Heidegger’in dolaylı yoldan öğrencisi olma fırsatını bize tanıması.  Kitabın sonunda yer alan ve çizelge biçiminde hazırlanmış kısım Heidegger’in verdiği derslerin programından oluşuyor. Bazıları için ‘deli işi’ gibi gözükebilecek bu kısım akademik bir değer olarak kitaba eklemlenirken, sistematik bir çalışma zemini oluşturmak isteyenler için de fırsat yaratıyor. Zaten Ökten’in çalışmalarının temel niteliklerinden biri de bu çalışmaların akademik bir takip disiplini yaratması açısından destekleyici olmaları. Ökten’in Heidegger Kitabı, Varlık ve Zaman Kılavuzu  gibi kitaplarının serisine eklediği Heidegger’e Giriş Heidegger felsefesinin kapısını yeni çalacak olanlar için bir şans.

Sarphan Uzunoğlu - Evrensel - 22 Mart 2012

13 Mart 2012 Salı

Agora Kitaplığı'ndan İki Yeni Kitap: Öteki'nin Sinemaları ve Amatör Kamera Gerçekçiliği


Agora Kitaplığı mart ayının ikinci yarısını iki yeni kitapla karşılıyor. 



ÖTEKİ’NİN SİNEMALARI:
Ortadoğu ve Orta Asya Sinemalarında Kişisel Bir Yolculuk


Sinema, kültürel bir izdüşüm olduğu kadar siyasi yanılgılarla analiz edildiği sürece de yabancısı olarak kalmaya devam edeceğimiz bir alan. Öteki'nin Sinemaları isimli kitap sinemayı odak noktasına alan politik ve kültürel bir not düşme denemesi. Asya'nın ve Orta Doğu'nun sinema anlayışlarını o ülkelerin önde gelen yönetmenleriyle yapılan söyleşilerle dile getiren kitap, oryantalist bir bakış açısından uzak durarak kameranın arkasındakilere, sınırların ötesindeki sırları soruyor.


YAZAR: Gönül Dönmez-Colin
ÇEVİRMEN: Maral Jefroudi


AMATÖR KAMERA GERÇEKÇİLİĞİ



Saddam Hüseyin’in idam sahnesini cep telefonu kamerasından değil de profesyonel bir çekim kamerasından izleseydik ne hissederdik? Kaddafi'nin ölüm görüntülerini bir kurgudan ayıran neydi?

Baudrillard Körfez Savaşı'nın hiç yaşanmadığını iddia etmiş, McLuhan ise "Araç mesajdır," demişti. Yine Baudrillard “Bundan böyle, varlık ile çeşitli görünümleri, gerçek ile gerçek kavramına özgü bir ayna/yansıma yoktur," diyerek gerçekliğin sunumunu sorgulamıştı.

Gerçeklik ile onu aktaran araç arasındaki ilişki her daim merak konusuydu. Bugün gelişen teknikler iki düşünürü de doğrularken hayatımızı sarmalayan MOBESE ve güvenlik kameraları gerçekliğin tespitinde sık sık kullanılıyor. Haber bültenlerinden yeni sinemaya birçok alanda kullanılan amatör kameraların yansıttığı hiper-gerçekliği ve bu hiper-gerçekliğin ifade ettiklerini anlatan bu kitapsa, medyanın ideolojik bir aygıt haline geldiği bu dönemde bir karşı-iletişim taktiği olarak ortaya çıkarılan amatör kamera görüntüleriyle iletilen mesajları ve o mesajların etkisinin boyutunu inceliyor. Gerçeğin bu yeni araçla aktarımına teknik ve felsefi yorumlar getiriyor.

YAZAR: Selda Hizal



9 Mart 2012 Cuma

Friedrich Engels'in Asi Gençliği: Engels'in Hayatına Edebi Bir Yolculuk

Engels'in kendisini saran sosyal ve ekonomik çekirdeği kırıp, Marx'la birlikte ezilenlerin mücadelesinin fikir babalarından biri olmasını sağlayan süreç Walter Baumert'in Agora Kitaplığı tarafından hazırlanmakta olan Friedrich Engels'in Asi Gençliği isimli romanında bir çocuk, bir genç ve nihayet bir erişkinliğe yakın bir insan olarak Engels'in geçmişine bir yolculukla anlatılıyor.


Friedrich Engels... O tarihin en nitelikli ikinci kemanıydı belki de, Marx'ın edebi ve bilimsel tamamlayıcısı olmasının ötesinde kader ortağıydı. Onla ilgili bildiklerimiz ise genellikle Marx'la tanıştığı dönemden sonrasına isabet ediyor; oysa Engels'in yaşamı birçok anlamda onun yaşadığı döneme ait bir kültürün ve sınıfsal durumun bugünkü dünyanın değil, o günün yapıcılığıyla algılanmasıyla önem teşkil ediyor.

Engels'in asi bir genç olarak portresini ve gençliğinde 'yaramazlık' olarak adlandırılabilecek davranışlarının nasıl 'asi' bir tavra işaret ettiğini roman boyunca gözlemleyebiliyoruz. Engels'in etrafını saran sınıfsal kalkanın nasıl da kurdu haline geldiğini izleme şansımız oluyor. 

Engels'in yoksulluk, işçilerin problemleri gibi konularla tanışmalarındaki dramatik tepkileri ise küresel vicdan hareketi ile sosyalizm arasındaki açık farkı gözler önüne seriyor. Kitap 6 Nisan 2012'de kitapçılarda satışa sunulacak...

8 Mart 2012 Perşembe

Bir yönetmenin günlüğü: Aynadan Yansıyan Hatıralar – Erden Kıral

Ülkemizde çeşitliliği giderek artan sinema kitaplarında örneklerine yeterli ölçüde rastlayamasak da, Batı’daki anı birikimi, yedinci sanatın tarihine ilişkin yazınsal kaynakların temel taşları arasında yer alır. Arşivine ve sinemasal geleneğine sahip çıkma kültürünün doğal yansıması olarak kabul edeceğimiz biyografi / otobiyografi, söyleşi ya da anı derlemelerinden oluşan bu kitaplar, kimi zaman -doğası gereği- sübjektif bir bakışı barındırsalar da, hem tartışma zeminini, hem de tarih bilincini “sıcak” tutmayı başarırlar.


 Tuncer Çetinkaya
Söz konusu, yüzüncü yılına yaklaşan sinemasının doğuş yılları konusunda dahi “hafıza kaybına uğramış” bir ülke ise, belirtilen türdeki kaynakların ortaya konmasının ne kadar önemli olduğu bir kez daha anlaşılabilir. Bir başka deyişle, geçtiğimiz günlerde Agora Kitaplığı tarafından okurla buluşturulan Erden Kıral’ın Aynadan Yansıyan Hatıralar‘ı tüm bu nedenlerden ötürü önemli ve takdir edilmesi gereken bir çalışma.
Sekanslardan Oluşan Hayat
Bertolucci’nin “Hayatımız sekanslardan oluşur, sahnelerden oluşan sekanslardan söz ediyorum. Dolayısıyla sinema hayata benzer”sözleriyle açılan “Hatıralar”ın başlangıcında sinemanın, Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki “Kulüp Sinema 7” sayesinde dikkatini çektiğini belirten Kıral, Sami Şekeroğlu ve sinefil arkadaşlarını anarak günlüklerine giriş yapıyor. Setle tanışması ise 1965 yılında,Bilge Olgaç’ın Krallar Kralı sayesinde gerçekleşiyor. Bu film, aynı zamanda Erden Kıral’ın yaşamında -olumlu ve olumsuz anlamda-büyük yer tutan Yılmaz Güney’le tanışma anlamına da geliyor.Çirkin Kral’la yaşanan birkaç heyecanlı serüvenin ardından, yönetmenin bir “okul” olarak adlandırdığı Osman Seden günleri başlıyor. Takvimler 1968’i gösterdiğinde ise Kıral filmografisinin ilk ürünü olan ve sıkıyönetim günlerinde “kaybedilen” orta metrajlıKum Çiçeği geliyor. Kadir İnanır’ın da ilk filmi olan Kum Çiçeği‘nin sermayesi ise Kıral’ın evindeki halı!
Yeşilçam’ın yıpratıcı günlerinin ardından, reklamcı olmayı düşünenKıral’ın yolunun Güney’le ikinci kez kesişmesine Umut neden oluyor. Ne var ki KıralYılmaz Güney’in bu film için asistanlık önerisini reddediyor.
Kitapta önemli bir yer tutan Yılmaz Güney’e eleştirel bakışın ilk ipuçlarına da Umut noktasında rastlamak mümkün. Kıral, yönetmenin bu filmle çok büyük bir enerji getirdiğini vurgulamasına karşın, ardında bir ekol bırakmadığını iddia ediyor. Üstelik tam da o dönemde dışa açılan sinemamızın Avrupa’da “Türk Sineması = Yılmaz Güney” şeklinde bir denklemle karşılaştığını belirtiyor.
Güney’le Kesişmeler
Paris günlerinin ardından Yılmaz Güney’le yeni bir kesişmeye,Çirkin Kral’ın Kayseri Cezaevi günlerinde tanık olduğumuz bir dönemin ürünü, 70’lerin hayli ses getiren “Güney” dergisi oluyor. Dergiyi çıkaran ekibin başında yer almayı kabul etmesi, Kıral’ın önceki bölümde vurgu yaptığımız Güney eleştirilerini bir kez daha kuşkuyla karşılamamıza neden olurken, bir süre sonra bu sürecin de fırtınalı bir ayrılıkla noktalandığına tanık oluyoruz.
İlk uzun metrajlı filmi olan Kanal‘ı 1978’de çeken Kıral, yapıma ilişkin anılarına kısaca yer verirken, kitabın en önemli bölümlerinden biriyle Bereketli Topraklar Üzerinde başlığı altında karşılaşıyoruz. Avrupa Film Festivali’nden ödül almasına karşın ülkede yasaklanan ve “kaybedilen” filmin 30 yıl sonra tekrar bulunmasının öyküsü, demokrasi serüvenimizi algılamak adına da büyük önem taşıyor.
Çalkantılı dönemlerin ve “Güney” projesi sonrasındaki kırgınlıkların ardından Yılmaz Güney’le son buluşma anlamına gelen Bayram‘ın (filmin adı sonradan Yol olacaktır) yer aldığı bölüm, olasılıkla “Hatıralar”ın en tartışmalı sayfalarını oluşturuyor. İkilinin İmralı Yarı Açık Cezaevi’nde bir araya gelmeleriyle başlayıp, filmin çekim günlerine ve sonrasında da Kıral’ın projeden “el çektirilmesine” uzanan anılara göre yaşananların sorumlusu, Güney’in yakın çevresini oluşturan insanlar ve sanatçının bildik öfkesi.
Kıral’ın “yaşamımın en karanlık dönemiydi” şeklinde nitelendirdiği günler, yönetmenin eşi Tezer Özlü’nün desteği sonucu Hakkâri’de Bir Mevsim‘in hazırlıklarına girişilmesiyle aydınlanıyor.
Ayna, araya sıkışan ve ilginç bir deneyim olduğunu anladığımızHanna Schygulla merkezli Hollywood serüveni, Av Zamanı, ortak bir proje olup başarısızlıkla sonuçlanan Av Hikayeleri ve Avcı, kitabın sonraki bölümlerini oluşturuyor. Yönetmenin Türkiye Sinema Konseyi çalışmalarından izlenimleri ise sonraki bölümün çatısını oluşturuyor; ama burada dikkat çeken en önemli durağın, bir kez daha Yılmaz Güney’i kapsayan Yolda adlı film olduğunu söyleyebiliriz.
“Nefret Aşkı”
Yılmaz Güney’le arasındaki ilişkiyi bu sözlerle tanımlayan Erden Kıral, sinemasına hayran olduğu; ancak davranışlarını eleştirmekten geri durmadığı Güney’i, “bütün yanlarıyla göstermek”iddiası taşıyan Yolda‘yı 2005’te gösterime sokmuştu. ÖzellikleFatoş Güney’in tepkisiyle karşılaşan filmin savunması ve yaratım sürecine ilişkin değerlendirmeler, bu bölümde ayrıntılı; ancak “tek yanlı” olarak yer alıyor.
Güney’in açtığı yolda, kimi başarılı denemeleriyle sinemamıza özgün yorum kazandıran yönetmenlerden olan Erden Kıral’ın bir solukta okunan anıları, girişte belirttiğimiz çerçeveden incelendiğinde önemli bir boşluğu doldurmuş gibi görünüyor. Sanatçının bilinçli tercihinin ürünü olarak, uzun ve ayrıntılı bir metinden ziyade kısa hatırlamalar çerçevesinde ilerleyen metnin, iskeletini oluşturan Yılmaz Güney’li bölümlerin, Kıral’ın son derece başarılı olduğu Bereketli Topraklar Üzerinde ya da Hakkâri’de Bir Mevsim‘den çok daha geniş bir alana yayılmasını ise “Yönetmenin Kurgusu” olarak nitelendirebiliriz (!).
Son olarak, girişte sözünü ettiğimiz ve doğal karşılanması gerektiğine vurgu yaptığımız “sübjektiflik” olgusunun “makul” sınırları aştığı kimi durumları özetlemek gerekebilir:
Kitapta Kıral filmografisini oluşturan filmlerin pek çoğuna ilişkin (tamamı olumlu) eleştiri ve söyleşilere rastlamak mümkün. Burada yönetmenin filmlerini “doğru okuduğuna” inandığı yazarların analizlerine ya da söyleşilere yer vermesi doğal görünebilir; ancak, sözgelimi Avcı’yı kapsayan sayfalarda eleştirmenlerin bir kısmının kibirli ve mazoşist olarak nitelendirmesi bir tezat oluşturuyor.Kıral, bunun yanıtını aynı bölümde veriyor ve Henri Levy’nin sözlerine atıfta bulunarak “Ödünsüz de olsa eleştiri, her şeyden önce sevme sanatıdır” diyor. Bu geçerli söylem, seçilen eleştiri örneklerine bakıldığında, Kıral için “filmlerini seven eleştiriyi seçme” noktasına dönüşüyor.
Benzer şeyler, Yolda filmi genelinde sürekli sözü edilen Fatoş Güney’in öfkesi için de söylenebilir. Bu bölümde Fatoş Güney’e sürekli yanıt verilir ve film savunulurken, Güney’in ortaya koyduğu eleştirilere rastlamak ne yazık ki mümkün olmuyor.
Akad, “Umut” için Ne Düşündü?
İncelememizi önemli bir notla tamamlayalım: Kıral’a göre Onat Kutlar, Şakir Eczacıbaşı, Hüseyin Baş ve Lüfti AkadUmut‘un ön gösteriminden sonra filmi değerlendirirken, AkadKutlar’ın coşkusuna çekimser yaklaş“mış” ve “Belgesele benziyor” ifadesini kullan“mış”. Bu, önemli bir iddia gibi görünmekte; çünkü pek çok sinemasal kaynak, filmin Sinematek’in Mis Sokak’taki ilk gösteriminden sonra, Usta’nın Güney’i kucakladığını ve coşkuyla“Bu bizim ilk gerçekçi filmimizdir!” dediğini yazmakta.
Erden Kıral
Aynadan Yansıyan Hatıralar – Benim Sevgili Günlüğüm
Agora Kitaplığı, 224 sayfa





7 Mart 2012 Çarşamba

Onca Yoksulluk Varken Tiyatro Sahnesinde



Agora Kitaplığı tarafından yayınlanan Emile Ajar'ın Onca Yoksulluk Varken'i şimdi de tiyatro sahnesinde. Gary'nin eserinin tiyatrolaştırılmasına dair Taraf Gazetesi'nde yayınlanan Murat Şevki Çoban'ın röportajını paylaşıyoruz....

Döneminin en güçlü yazarı olarak kabul edilen Romain Gary, Emile Ajar mahlasıyla Onca Yoksulluk Varken/ La vie devant soi romanını yazdığında edebiyat çevreleri “Romain Gary’nin tahtına oturacak yazar bulundu” diye sevinmiş ve romanı bir yazara sadece bir kez verilen prestijli Goncourt Ödülü’ne değer görmüştü. Ajar ile Gary’nin aynı kalemden yazdığı ise, ancak Gary intihar ettiğinde anlaşılacaktı. 20’nci yılını kutlayan Tiyatrokare, seks işçilerinin çocuklarına bakan Yahudi Madam Rosa ile kimsesiz Arap çocuğu Momo’nun öyküsünü sahneye taşıyor. Oyunun yönetmeni Nedim Saban ve başrolleri paylaşan Rüçhan Çalışkur ve Gökçer Genç ile küçük mutluluklar, yoksulluğun sağduyusu ve samimi duygular üzerine bir yapıt olan Onca Yoksulluk Varken hakkında konuştuk. 



» NEDİM SABAN

Birkaç yıl önce Fransa’da Xavier Jaillard da metni sahneye uyarlamıştı. Romanı uyarlarken, o metinden yararlandınız mı?

Evet ben yaptım. Romanın dili zaman içinde eskiyebiliyor. Ama Vivet Kanetti çeviride çocuk gözünü çok iyi yakalamış. O oyunda sanırım zamanın çok düz akmasıyla ilgili içime sinmeyen bir şeyler vardı. Biz burada zamanı da çevirdik.


Romanın anlatıcısı Momo, 14 yaşındaydı. Romanı en güzel kılan etkenlerden biri de o dünya tasavvurunu bir çocuğun algısından okumaktı. Sahnedeki anlatıcı ise 27 yaşında geri dönüşlerle o günleri anan bir adam. Bu değişikliğin sebebi ne?

Adam yazar olmuş ve kendi çocukluğuyla yüzleşmesi olarak görüyoruz. Çocukluğunuza yeni bir pencereden baktığınızda çok daha acı geliyor bana. Çocukluğunu yaşayamamış ve şimdi o döneme üçüncü göz olarak bakan adamın öyküsü bize daha ilginç geldi. Çocuk gözünüzü nerede kaybettiniz, saflığınız nerede yok oldu gibi akıl atlamalarına da kurgu yer açıyor. İlk satın alındığınız, ilk topluma uyduğunuz anı bulmak bize heyecan verici geldi.


Roman yayımlandığında aldığı eleştiriler, Yahudi kadın ile Müslüman çocuğun ilişkisinin çok masalsı olduğu yönündeydi. Bugün hâlâ masalsı bir hayal mi bu?

Ülke sınırları olduğu zaman yönetimler oluyor. Yönetimler olduğu zaman ve git gide sağa kayan bir konjonktürde maalesef bu bize masalsı geliyor. Oyunda, bir Yahudi ile Müslümanın ikisi de öteki olduğu için birbirlerini yediklerine dair çok doğru bir tespit var. Savaşa duyarlı ve naif bir bakış var.


Metinde sizi cezbeden neydi?

Momo ile Madam Rosa arasında sınıf tanımayan bir aşk da var. İntihar, savaş, ensest, ötenazi gibi konular insanlığın en derininde buluşuyor oyunda. Ayrıca oyundaki “mutluluğun doruğundayken ölmek” fikrini de ben çok önemsiyorum. Bu çok az yakalandığı için Emile Ajar bize ölümü önerir. Niye Türkiyeli aydın mutlu olamıyor ve gerektiğinde ölemiyor? Türkiyeli aydın belki de ölmeyi göze alamadığı için mutlu olamıyor. Yalnızca Fransız topraklarında değil, her tarafta yaşanabilecek çok evrensel bir öykü. İçinde yaşadığımız topraklarda bir Kürt kadınıyla Ermeni bir çocuğun da öyküsü olabilirdi bu.


O zaman uyarlamada neden daha radikal davranmadınız?

O zaman öyküye çok şey bindirip, sadeliği kaybetme riski vardı. Tiyatro sahnesinde zaten böyle bir uyarlama anlayışı kalmadı. Shakespeare’i alıp McCarthy dönemine uyarlamıyor kimse, kostümlerle dekorla Shakespeare’e başka bir açı veriyor.


Bugünün Türkiye’sine dair ne söyler oyun?

İnsan sevgisi kimliklerimize kapanıp oradan dünyaya baktığımız bir yerden değil, bütün kimliklerimizi başka birinin eline teslim ettiğimizde açığa çıkıyor. Bir seks işçisinin eline bütün kimliğimizi verebilirsek gerçek sevgiyi duymaya başlıyoruz. Ama evden sekiz ayrı kimlikle çıktığımızda bir yerde toplumla çatışıyoruz.


Topluma uyum sağlamak adına kimliğini mi feda etmeli insan?

Annelik, babalık bile öğrenilmiş kavramlar ve bizi daraltıyor. Sınırlar, kimlikler, ırklar, dinler bizi belirli kalıplara sokan ve yaşamamızı engelleyen olgular. Haliyle bunlardan kurtulmak gerekiyor.


» RÜÇHAN ÇALIŞKUR


Madam Rosa’yı beyazperdede Simon Signoret canlandırmıştı. Ondan etkilendiniz mi?

Ben filmi izleyemedim. İnternetten sahne sahne ulaşabildim. O sahnelerde de etkisinde kalmamaya özen gösterdim. Simone Signoret çok büyük bir oyuncu. Bizim baktığımız dünyadan Rosa’ya bakmaya çalıştım. Bir eser önce yazarın, bizim elimize geçtiğinde ise yönetmenindir. Hayal kırıklıkları olur; mesela Gülün Adı’nı okudum, sonra filmini izlediğimde hayal kırıklığına uğradım.


Oyun sizce ne anlatıyor?

Sevgi, katıksız sevgi. Din, dil, ırk cinsiyet ayrımı gözetmeden her insanın eşit olduğu bir dünyada yaşayabilmesini anlatıyor oyun. Bir gün sınırlar kalksa ne olurdu, diye çok ütopik gelebilecek bir hayalim vardı. Rosa, sevgi duyduğu için ayrım gözetmeden her ülkeden çocuklara bakabilen bir kadın olduğu için çok değerli. Bana göre öteki diye bir şey yok; insan var. 


» GÖKÇER GENÇ


Anlatıcının yanısıra sahnede üç karakter daha canlandırıyorsunuz. Nasıl bir maraton?

Gözlüğü takıyorum Dr Katz oluyorum, sonra Mösyö Hamil oluyorum, perukayı takıp Lola oluyorum. Hepimiz profesyonel, idmanlı oyuncular olmamıza rağmen anamız ağlıyor. Hayatımda ilk defa bu kadar sıkı zorlandığımı hissediyorum.


Onca Yoksulluk Varken, seyirciye ne vaat ediyor?

Osmanlı’dan günümüze gelen Cumhuriyet çizgisinde biz bu topraklar üstünde Ermeniler, Yahudiler, Araplar, Yezidiler, Süryaniler hepsi bu toprağın rengini oluşturmuş. Zaman zaman birbirmize ayıplarımız da olmuş; ama oyunculuğu bile biz Ermenilerden devraldık. İnanç, ırk ne olursa olsun bu toprağı ayakta tutan çoksesliliktir. Günümüz Türkiye’sinin bu metne çok ihtiyacı var.

6 Mart 2012 Salı

Erwin Piscator'un Aranan Kitabı Politik Tiyatro Okurla Yeniden Buluştu


Agora Kitaplığı tiyatro serisine Erwin Piscator'un Mustafa Ünlü ve Suavi Güney tarafından Türkçeleştirilen "Politik Tiyatro" isimli eseriyle devam ediyor...
Politik Tiyatro, sınıfsız bir topluma ulaşmak için savaşan ve bu savaşta tiyatro sanatını kullanan adam, Erwin Piscator ve onun yaratıcısı olduğu epik tiyatroyu, oyunlarıyla, dekorlarıyla, dönemin politik koşullarıyla anlatan, modern tiyatronun en önemli belgelerinden biri. Almanya’da yükselen Nazi faşizmi döneminde ortaya çıkan epik tiyatroda; politik tiyatro, hareketli sahne dekorları, sinema filmi, diya gibi, o dönem için devrim sayılabilecek modern teknolojilerden yaralanılıyordu. 1920lerde, Proleter Tiyatroyu kurarak Piscator politik tiyatroyu başlattı. Politik tiyatro için yeni oyunlar ve yeni yönetim düzeni gerektiğini düşünen Piscator, etrafına kedisi gibi düşünen, plorteryadan yana olan, yazarları topladı. Dönemin bütün politik konularını –enflasyon, yahudi düşmanlığı, militarizm, işçileri, adalet, devrim- oyunlarına taşıdı. Piscator tiyatronun seyiriciye politik anlayışı en çok aşılayabilen sanat dalı olduğunu savunuyor ve oyunlarını günlük yaşamın içindeki malzemelerden yararlanarak–gazeteler, politik konuşmalar, grevler, mitingler- kurguluyordu.
1920’lerin sonlarında, Piscator tiyatrosu Berlin’in en büyük salonlarında oynuyor ve kollektif bir çalışmanın ürünü olan Aslan Asker Şvayk oyunuyla binlerce izleyici –ki bunların büyük kısmı proleterlerden oluşuyordu- salonu dolduruyordu. Piscator, politik tiyatronun amacına ulaşabilmesi için, doğru kitleyi hedef alması gerektiğine inanıyordu.
 İşte bu yüzden Piscator’un esas seyircisi işçi sınıfıydı. Ucuz oyun biletleri ve Piscator’un etrafındakilerle birlikte gerçekleştirdiği kollektif çalışmalar, işçileri tiyatroya çekti. Fakat hem ekonomik nedenler hem de dönemin politik koşulları, Piscator’un tiyatro çalışmalırını durdurdu. Otuz yıllık uzun bir duraksama döneminin ardından, yeni bir politik tiyatroyla Piscator sahneye geri döndü.
Piscator’un kendi epik tiyatro öyküsünü anlatan bu kitapta, okuyucu dönemin tarihsel koşulları içinde Piscator’un epik tiyatrosunun nasıl oluştuğu, elde edilen kazanımların yanında, ne gibi kayıplar yaşandığına dair ipuçları buluyor. 
Haber: Firuzan Nalbantoğlu

1 Mart 2012 Perşembe

Mesele Yeni Sayısında 8 Mart Emekçi Kadınlar Gününü Selamlıyor

Mesele Dergisi Mart ayına 63. sayısıyla merhaba derken, emekçi kadınların mücadelesini selamlıyor. Hülya Gülbahar'la yapılan "Erkeklerin Günde 5 Kadını Öldürmesi Bir Cinskırımdır!" başlıklı söyleşi ile AKP döneminde her ay artan kadın cinayetlerine dikkat çekilirken, Berat Günçıkan Gülfer Akkaya ile söyleşisinde 60'lar ve 70'lerde Türkiye'de kadın hareketinin geçmişine bir yolculuğa çıkıyor. Gülnur Elçik kadınlara sendikalaşma çağrısı yaparken Roboski unutulmuyor...

Semra Topal keyifle okuduğumuz eleştirilerine Nazı Eray'ın "Haalfeti'nin Siyah Gülü" romanıyla devam ediyor. Osman Öztürk Mesele için sağlıkta dönüşüm programına karşı izlenmesi gereken taktikleri aktarırken, Sarphan Uzunoğlu'nun konuştuğu Yaşar Adanalı orta sınıf olmanın kentsel dönüşüm 'terörü'nden yırtmaya yetmeyeceğini ifade ediyor. Can Yayınları'ndan çıkan Yaşam ve Yazgı'ya dair Keith Gessen tarafından yazılmış ayrıntılı bir yazının yanı sıra Sarphan Uzunoğlu'nun Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan'ın Sızıntı'sına dair analizi ile Ece Temelkuran'ın Slavoj Zizek'e yazdığı mektup da Mesele'de yer alıyor.