roman cümlesi

"İnsan hayatı, okunması gerekli kitapların yanında çok, ama çok kısadır. İyi bir okuyucunun okuyabileceği kitap sayısı iki, üç bini geçmez. Bu nedenle asla rastgele okumamalıyız. Ben kitap değil, yazar okuyun derim." (Mehmet Eroğlu)

30 Ekim 2011 Pazar

Tarık Ali: Yüzde 99 Başarılı Olabilecek mi?

Pakistan asıllı İngiltereli yazar Tarık Ali, ABD’de başlayan ve dünyaya yayılan neo-liberalizme karşı itirazlardan umutlu olduğunu belirtiyor, ancak bu itirazların bir örgütlülük ve uzun erimli mücadele gerektirdiği fikrini de ekliyor. Ali, siyasetteki “merkezci” duruşun tehlikesine de dikkat çekiyor:

***

Şöyle yazmıştı Oscar Wilde: “Ütopya içermeyen bir dünya haritasına göz ucuyla bakmaya değmez. Çünkü o, insanlığın her zaman karaya çıktığı bir ülkeyi atlamıştır. Ve insanlık buraya çıktığında, onlara bakar, daha iyi bir ülke görerek yelken açar. İlerleme, ütopyaların gerçekleşmesidir.”

19. yüzyıl sosyalist ruhu, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından bu yana “süper-şarjlı” biçimde dünyaya hâkim olana küresel kapitalizme karşı protesto için sokağa çıkan idealist genç insanların arasında yaşıyor. New York’un finansal çılgınlığının kalbini mesken tutan Wall Street’i İşgal Et protestocuları, zorba finans-kapital sistemine karşı gösteri yapıyor: hayatta kalabilmek için zengin olmayanların kanını emmek zorunda olan açgözlülük virüsünü kapmış bir vampir. Protestocular; bankacılara, finansal spekülatörlere ve onların, bir başka alternatif olmadığında ısrara devam eden medyadaki uşaklarına nefretlerini gösteriyorlar.

Wall Street sistemi Avrupa’ya tahakküm ettiğinden beri, bu modelin yerli versiyonları burada da hayat buldu. (Bir kez daha bu ülkenin Avrupalı olmaktansa Batıcı olmaya yönelik gerçek eğilimlerini ortaya çıkaracak şekilde, ilginç biçimde, Britanya’da etkili olan, İspanya’nın öfkelileri ya da Yunanistan’da grev yapan işçiler yerine Wall Street işgalcileri oldu) New York polisinden biber gazı yiyen gençler, işleri istedikleri biçimde yürütemediler belki ama neye karşı olduklarından eminler ve bu önemli bir başlangıç.Bu noktaya nasıl geldik? 1991’de komünizmin yıkılmasını takiben, Edmund Burke’nin “Farklı sınıflardan oluşan tüm toplumlarda, belli sınırların en üstte olması şarttır” ve “Eşitlik misyonerleri, ancak canlıların doğal düzenini değiştirir ve yanlış yola saptırır” sözleri çağın ortak aklı oldu. Para, siyasetçileri yozlaştırır, çok para kesinlikle yozlaştırır.

Sermayenin kalbinin attığı yerin tamamında, şunlarsın ortaya çıkmasına şahit olduk: ABD’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, bağımlı ülke Britanya’da (Yeni) İşçi Partililer ve Muhafazakârlar, Fransa’da Sosyalist ve Muhafazakârlar, Almanya’da koalisyonlar, İskandinavya’da merkez sağ ve merkez solu ve buna benzer. Esas itibariyle, her durumda iki parti sistemi, etkili bir merkezi hükümete dönüştü. Yeni bir pazar aşırılıkçılığı meydana çıktı. Sermayenin, toplumsal edinimin en kutsal alanlarına girişi, gerekli bir “reform” olarak sayıldı. Kamu sektörünü hırpalayan özel finans girişimleri, standart hale geldi ve neo-liberal cennet yolunda yeterince hızlı ilerlemeyen ülkeler (Fransa ve Almanya gibi), The Economist ve Financial Times’ta muntazaman suçlandılar.Bu dönüşümü sorgulamak, kamu sektörünü savunmak, kamusal hizmet kuruluşlarında devlet sahipliği lehinde savunuda bulunmak, kamu konutlarının ölü fiyata satılmasına karşı çıkmak, “muhafazakâr” bir dinozor olmak sayıldı.

Şimdi herkes yurttaş yerine müşteriydi: yeni, potansiyel vaat eden Yeni İşçi Partili akademisyenler, kitaplarını okumaya zorlananlardan çekingen bir biçimde “müşteriler” şeklinde bahsedecekti; hepimiz şimdi kapitalistiz dercesine. Sosyal ve ekonomik iktidar seçkinleri, yeni hakikatleri yansıttılar. Piyasa, devlete tercih edilebilir yeni tanrı haline geldi.Bu çizgiyi sineye çekenler şunu asla sormadılar: nasıl oldu da bu gerçekleşti? Aslına bakılırsa devlet, geçiş için gerekliydi. Piyasayı desteklemeye ve zenginlere yardım etmeye yönelik devlet müdahalesi hoştu. Hiçbir partinin herhangi bir alternatif sunmadığını düşünürsek, Kuzey Amerika ve Avrupa yurttaşları, uyurgezer biçimde felakete yürüdü. Kapitalizmin zaferiyle mest olmuş merkez siyasetçiler, 2008 Wall Street krizine hazırlıksızdı. Kolay kredi sunan devasa tanıtım kampanyalarıyla gözleri boyanan yurttaşlar ve her şeyin iyi olduğuna inanmış haldeki evcilleştirilmiş, eleştiri yapmayan medya da öyle. Liderleri karizmatik olmayabilir ancak sistemi nasıl kullanacaklarını biliyorlardı. Her şeyi politikacılara bırak.

Bu kurumsallaştırılmış duyarsızlığın bedeli şimdi ödeniyor. (Allah için; İrlanda ve Fransa halkı felaketi, Avrupa Birliği anayasası konusunda neo-liberalizmi özünde saygın bir yere koymak ve ona karşı oy kullanmaya dair tartışmalarda sezdiler. Yok sayıldılar.) Wall Street’in konut edindirme balonunu bilerek planladığı, insanların ipotekle ikinci evlerini almaları ve onlara körcesine harcatarak kişisel borcu yükseltmek yolunda teşvik edilmeleri için tanıtım kampanyalarına milyarlar harcadığı, birçok ekonomist için besbelli idi. Balon patlamalıydı ve bu gerçekleştiğinde, devlet bankaları topyekûn yıkılmaktan kurtarana dek sistem sendeledi. Zenginler için sosyalizm. Kriz Avrupa’ya sıçramışken, AB tarafından bir kurtarma operasyonu başlatılmasıyla ortak pazar ve rekabet kuralları tuvalete atılıp sifon çekildi.

Piyasa denetimleri şimdi kolaylıkla unutuldu. Aşırı sağ küçük. Aşırı sol güçbela var oluyor. Politik ve sosyal hayata egemen olan aşırı merkez. Bazı ülkeler çökmüşken (İzlanda, İrlanda ve Yunanistan) ve diğer bazıları (Portekiz, İspanya, İtalya) uçuruma doğru bakarken AB (gerçekte BB, Bankalar Birliği) kemer sıkma ve Alman, Fransız ve İngiliz bankacılık sistemini kurtarma dayatmak için devreye girdi. Piyasa ile demokratik hesap verme arasındaki gerginlik artık maskelenemez.

Yunanistan seçkinleri, topyekûn boyun eğme konusunda şantaja uğradı ve tüm milletin gırtlağını sıkan kemer sıkma önlemleri ülkeyi devrimin eşiğine getirdi. Yunanistan, Avrupa kapitalizmi zincirinin en zayıf halkası; demokrasisi krizdeki kapitalizmin dalgaları altında çoktan suyun dibini boyladı. Genel grevler ve yaratıcı protestolar, merkez aşırıcıların işini çok zorlaştırdı. On binlerce yurttaşın parlamentoya girmesini önlemek için polisin şiddet kullandığı Atina görüntülerini izleyen biri, ülkeyi yönetenlerin artık eski yöntemle yönetemeyebileceklerini hissediyor.

Bu yılın başlarında bir edebiyat şenliğinde konuşma yaptığım Selanik’te, izleyicilerin asıl ilgisi edebiyattan çok politik ve ekonomik sorunlaraydı. Bir alternatif var mıydı? Ne yapılmalıydı? “Derhal borç ödememek” şeklinde yanıtladım. Euro-zone’dan çıkmak, drahmiye dönmek, toplumsal ve ekonomik ulusal planlamayı başlatmak, yerel ve ulusa düzeyde ülkenin nasıl yeniden istikrara kavuşturulabileceğine –fakat yoksulların zararına olmayacak biçimde- dair tartışmalar düzenlemek. Zenginlerin, son on yılda üçkâğıtçı yöntemlerle biriktirdikleri paralar (özel vergilendirmelerle) geri kusturulmalı. Ancak sistemin tam ortasındaki vizyonsuz politikacılar böylesi fikirlerden çok uzaklar. Birçoğu, ülkenin ekonomik kaynaklarının sahibi olan ve bunları kontrol eden az sayıda insan adına çalışıyor.Obama (tüm tatbiki kararlarda selefinin politikalarını sürdüren bir başkan) yönetimi altında borç batağına saplanmış olan ABD, tüm şehirlere sıçrayan yeni bir protesto hareketinin ortaya çıkışını gördü. Genç işgalcilerin enerjileri takdire şayan. Bahar, politik Amerika’nın kalbinden çok uzun zamandır uzaktı. Reagan ve Bush yıllarının buz kesmiş kışları, Clinton ya da Obama ile çözülmedi: paranın hepsine boyun eğdirdiği içi boş bir sisteme ve temel olarak finansal statükoyu korumak ve 21. yüzyıl savaşlarını finanse etmek için kullanılan, fazlasıyla çamur atılmış bir devlete hükmeden içi boş adamlar.Çapraşıklık üzerindeki sis sonunda kalktı ve insanlar alternatif arıyorlar, ancak bunu siyasi partileri esas itibariyle yetersiz buldukları için onlar olmaksızın yapıyorlar.

Şu anda New York, Londra, Glasgow ve başka yerlerde sahnelenen işgaller, geçmişteki protestolardan çok farklı. Bunlar, işsizliğin yükseldiği zamanlarda ve geleceğin ümitsiz göründüğü yerlerde tırmanan eylemler. Genç insanların büyük çoğunluğu, sihir yapıp büyük miktarda paralar çıkarmamaları halinde yüksek öğrenim alamayacaklar ve hiç kuşkusuz, yakın zamanda iki kademeli bir sağlık sistemiyle karşı karşıya kalmış olacaklar. Kapitalist demokrasi bugün, özdenetimleri ile sınırlanan ağız dalaşlarının bütünüyle önemsiz olması için parlamentoda temsil edilen başlıca partiler arasında esaslı bir mutabakat gerektiriyor. Bir başka deyişle, yurttaşlar artık bir ülkenin servetini –yurttaşların, büyük oranda kendi kendilerinin yarattığı serveti- kimin (ve nasıl) idare ettiğini bilemez. Kaynakların tahsisi, toplumsal refah koşulları, servetin bölüştürülmesi gibi can alıcı sorular artık temsili meclisler içindeki gerçek tartışmaların konusu olmuyorsa, gençlerin anaakım siyasetten uzaklaşmaları ya da Obama ve onun küresel taklitçilerine dair büyük hayal kırıklıkları neden şaşırtıyor? 90’dan fazla şehirde, insanları sokağa çıkmaya zorlayan şey işte bu.

Politikacılar, 2008 krizinin 1980’lerden bu yana takipçisi oldukları neo-liberal politikalarla ilişkili olduğunu kabul etme konusunda ayak dirediler. Hiçbir şey olmamış gibi bedel ödemeden yollarına devam edebileceklerini sandılar, ancak aşağıdan gelen hareketler bu sanıya itiraz etti. Kapitalizme karşı işgaller ve sokak protestoları, bir bakıma önceki yüzyılların köylü ayaklanmalarının bir benzeşiği.

Genellikle sonradan bastırılan ya da kendi rızasıyla dinen ayaklanmalara, kabul edilemez koşullar neden oldu. Burada önemli olan, koşullar aynı kalırsa, çoğu kez henüz gelip çatmayan şeyin habercisi olmalarıdır. Hareketler, politik devamlılığı muhafaza edecek kalıcı bir demokratik yapı yaratmazlarsa varlıklarını sürdüremezler. Böylesi herhangi bir harekete daha büyük kitle desteği oldukça, örgütüllüğün bir biçimine daha çok ihtiyaç duyulur. Neo-liberalizme ve onun küresel kuruluşlarına karşı Güney Amerika isyanları örneği bu bakımdan çarpıcı. Venezüella’da IMF’e karşı, Bolivya’da suyun özelleştirilmesine karşı, Peru’da elektriğin özellştirilmesine karşı verilen büyük ve başarılı mücadeleler, Ekvador ve Paraguay ile birlikte az önce saydıklarımızdan ilk ikisinde seçim başarısına dönüşen yeni politikaların temellerini yarattı.

Yeni hükümetler bir kere seçildiklerinde, söz verdikşeri politik ve ekonoik reformları farklılaşan başarı düzeylerinde uygulamaya başladılar. 1958’de Profesör HD Dickinson tarafından New Statesman’da (İngiltere’de haftalık yayımlanan sol bir politik-kültürel dergi; ç.n.) İngiltere İşçi Partisi’ne sunulan öneri parti taafından reddedildi, fakat 40 yıl sonra Venezüella’daki Bolivarcı liderler tarafından kabul edildi:“Refah devleti mevcudiyetini sürdürecekse, devlet yeni bir gelir kaynağı bulmalıdır, kendi kaynağını. Görebildiğim tek kaynak, üretken varlıktır. Devlet, herhangi bir biçimde görünmeli, arazilerin ve ülke sermayesinin çok büyük bir parçasına sahip olmalıdır. Bu destek gören bir siyaset olmayabilir: ancak bu sürdürülmedikçe, destek gören bir şey olan iyileştirilmiş sosyal hizmetler imkânsız hale gelecektir. Öncelikle üretim varlıklarını kamulaştırmazsaız, tüketim varlıklarını da uzun süre kamulaştıramazsınız.”

Dünyayı yönetenler, bu kelimelerde ütopyacılığın ifadesinden biraz fazlasını görecekler, fakat yanılacaklar. Bunlar gerçekten ihtiyaç duyulan yapısal reformlardır, Atina’daki tek başına kalmış PASOK önderliği tarafından yürütülenler değil. Bu yolun altında daha çok mahrumiyet, daha çok işsizlik ve sosyal felaket yatıyor. İhtiyaç duyulan şey, Wall Street sisteminin işleyemediğine, işlemediğine ve terk edilmesine dair bir ortak kabulle toptan bir geri dönüş. Neo-liberal devlet mekanizması tarafından desteklenen pazarın tek belirleyici olduğuna dair kabullerinde daha gaddar ve soğukkanlı olanlar, -tüm dönmelerde olduğu gibi- İngiliz destekçilerdi. Bu izlekte devam etmek, demokrasiyi boş bir deniz kabuğundan biraz fazlası haline getirecek yeni bir egemenlik yöntemi gerektirecektir.

İşgalciler, bugün neredelerse orada olmalarına neden olan biçimde, içgüdüsel olarak bunun farkındalar. Merkezdeki aşırılıkçı politikacılar için aynısı söylenemez. Yerkürenin farklı bölümlerinde meydanları ve sokakları işgal eden gençlere hayranlık duyuyorum. Egemenlerimize neşeyle, hevesle ve şevkle meydan okuyorlar. Ancak dünyaya hakim olan sert yüzlü bankacılar ve politikacılar kolaylıkla yerinden edilmeyecek. Birkaç zafer kazanmak için on yıllık bir mücadele ve örgütlülüğe ihtiyaç duyulmakta. Olabilecek herkesi bir talepler bildirgesi arkasında neden birleştiremeyelim –zenginlerin çıkarını temsil eden parlamentoya karşı bir “büyük itiraz” (“Büyük İtiraz”, İngiltere’de 1641 yılında parlamento tarafından Kral I. Charles’a sunulan ve parlamentonun yetkilerini kral aleyhine genişletilmesini öngören sorunlar listedir; ç.n.)- ve gelecek Sonbahar, itiraz listesinin insanlara yüz yüze dağıtılacağı milyonluk veya daha büyük bir yürüyüş düzenleyemeyelim? Yasa, parlamento önündeki gürültücü göstericileri yasaklar (1666’daki Restorasyon sonrasında uygulamaya konuldu), ancak “gürültücü”yü neredeyse bir hukukçu kadar iyi yorumlayabiliriz.

http://www.zcommunications.org/what-should-perhaps-be-done-by-tariq-ali adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

28 Ekim 2011 Cuma

Romain Gary'nin Emile Ajar Adıyla Yazdığı Kitaplar Yayınlandı

Dünyaca ünlü yazar Romain Gary'nin Fransa'daki edebiyat otoritelerine inatla edindiği takma isim olarak ya da başka bir deyişle kendini aştığı ikinci bir yazar kimliği olan Emile Ajar mahlasıyla yazdığı romanlar Agora Kitaplığı'ndan yayınlanmaya devam ediyor.

Romain Gary'nin mevcut edebiyat pratikleriyle dalga geçerek ortaya çıkardığı mahlası ün olarak olmasa da başarı olarak yer yer Romain Gary'i aşıyor. Yazarın yaşadığı kişilik bölünmesinden ziyade yazarın geniş başarı hacmini ortaya koyan eserleri, Emile Ajar'ın Romain Gary olduğunu -ya da tam tersi- öğrenenleri fazlasıyla şaşırtıyor. Ortaya konan yapısal farklılık ve 'iki ayrı karakter' yanılsaması 'artık sır olmasa da' 21. asır sınırlarına kadar dayanıp edebiyat anlayışımızı sarsmaya devam ediyor.


Goncourt ödülünü almak için yapılan bu numaranın vardığı edebi sonuç ise hayranları olan özgün bir yazarlık kariyeridir.

Agora Kitaplığı'nın şimdiye değin yayınladığı Emile Ajar romanları, Goncourt Ödülü'nü kazandığı "Onca Yoksulluk Varken" ve diğer kitapları "Yalan-Roman", "Koca Tembel" ile "Kral Salomon'un Bunalımı"dır.



Romain Gay (diğer adıyla Emile Ajar) Kimdir?

Hukuk mezunu olan Gary, kitap yayımlamaya başlamadan önce, II. Dünya Savaşı sırasında, Özgür Fransız Kuvvetlerine dahil olarak savaş pilotluğu yaptı. Bunların dışında, bir süre Fransız diplomatik servisi için çalıştı. BM Fransız Delegasyonu sekreterliği yaptı, Fransa'nın Los Angeles başkonsolosu oldu. 20. yy'da Fransa'nın en üretken ve tanınan yazarlarından olan Gary, eski eşi Jean Seberg'in 1979'daki ölümünün de etkisiyle, 1980'de, Paris'te yaşamına son verdi.













Bertolt Brecht'in Epik Tiyatro'su yakında Agora Kitaplığı'ndan Çıkıyor

Tiyatrodan az çok anlayan herkesin, özellikle coğrafyamızda adını duymaması imkansız olan bir isim: Bertolt Brecht. Baskıların ortasında, dönemin Almanya'sındaki 'suç ortağı' Karl Valentin ile başlattıkları köşebaşı tiyatrolarındaki 'yeni gelenek' ile günümüz tiyatrosunu derinden değiştiren, Çin'den İngiltere'ye tiyatronun temel yapı taşlarını yerinden oynatıp ortaya bir 'Epik Tiyatro' anlayışı çıkaran Brecht'in Epik Tiyatro'nun ne olduğuna dair temel görüşlerini makaleler ve verdiği söyleşilerden parçalar olarak derleyen Epik Tiyatro isimli eser yakında Agora Kitaplığı tarafından raflara çıkarılıyor.

Brecht Kimdir?

Bertolt Brecht, kısaca Bert Brecht. Asıl adı Eugen Berthold Friedrich Brecht (d.10 Şubat 1898 Augsburg - ö.14 Ağustos 1956 Berlin) 20.yüzyılın en etkili Alman şairi, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni olarak nitelendirilir. Eserleri uluslararası alanda da saygı ile kabul görmüş ve ödüllendirilmiştir. Daha önce Erwin Piscator tarafından adı konulan epik tiyatronun , diğer bir deyişle "Diyalektik Tiyatro"’nun kurucusudur. Brecht kendisini (Walter Benjamin’e söylediği gibi) "Komünist" olarak tanımlar.

Epik Tiyatro Üstüne


Epik Tiyatro, insanların birbirlerine karşı davranışndaki toplum ve tarih aç›s›ndan önemli, yani tipik nitelik taşıyan kesitlerle ilgilenir. Öyle sahneler üzerine eğilir ki, bu sahnelerde insanların davranışlarını ve onların bağlı bulunduğu yasaları görünür duruma getirebilsin.


Beri yandan, Epik Tiyatro, sahnelenen konularla ilgili pratik açıklamalara yer verir, öyle açıklamalar ki, toplumsal olaylara müdahale olanağını sağlayabilsin. Yani epik tiyatronun ilgisi bütünüyle pratiğe yöneliktir. insan davranışlarının değişebilirliği, insanın kendisininse bazı ekonomik-politik koşullara bağlılığı, ama bu koflullar› değiştirme gücüne de sahip bulunduğu sergilenir, epik tiyatroda.

Bir örnek verelim: Üç adam›n bir dördüncü adam tarafından yasalara aykırı bir eylem için kiralanması (Mann ist Mann) o türlü anlatılır ki, seyirci dört adamın başka türlü de davranabileceğini kafasında canlandırabilsin, yani bu adamları başka türlü konuşmaya götürecek ekonomik-politik koşulların var olabileceğini düflünebilsin ya da var olan koşullarda ilgili kişilerin bir başka tutum takınabileceklerini ve bu tutumun onların başka türlü konuşulmasına yol açabileceğini göz önüne getirebilsin.

Sözün kısası: Epik tiyatroda seyirci, insanların davranışlarını toplumsal açıdaneleştirme fırsatına kavuşur ve olayın kendisi sahnede tarihsel bir olay niteliğiyle verilir. Yani seyirci, değişik davranışları birbiriyle karşılaştırabilecek durumda tutulur.

25 Ekim 2011 Salı

Mehmet Eroğlu: Twitter'ı edebiyat propagandası için fırsata dönüştürdüm

Önceleri sıcak bakmadığı Twitter'a üye olduktan sonra, her gün belirli bir konuda tweet'ler yazmaya başladı. Yazdıkları çok beğenilen ve kısa sürede hatırı sayılır bir takipçi kitlesi edinen yazar Mehmet Eroğlu ile sosyal medya serüvenini konuştuk

- Twitter'la ne zaman tanıştınız?
- Twitter'dan bana ilk söz eden dört ya da beş ay önce, Faruk Bildirici oldu. Hesabımın olup olmadığını sorunca, ben de ona 'Böyle işlerle ilgilenmiyorum,' diye cevap verdim. 20 gün önce, 15 Eylül'de son romanım Fay Kırığı 2: Emine çıktığında bazı röportajlar için İstanbul'a geldim. Bu kez de kardeşim mutlaka bir Twitter hesabımın olması gerektiğini, orada düşüncelerimi geniş bir kitleyle paylaşabileceğimi söyledi. O akşam pek ikna olmadım. Ancak ertesi gün Gezi Pastanesi'nde bir öğrencim ve Agora yayınevinin editörü Osman Akınhay da aynı konu üzerinde - 'Bu bir gereklilik,' diye- ısrar edince, 'Acaba mı?' diye düşündüm. Ardından neler oldu, sen de biliyorsun, oradaydın. Hemen bana bir hesap açıldı ve böylece Twitter macerası başladı. Ancak sitedeki ilk tweet'leri okuduğumda doğrusunu söylemem gerekirse bu yeni uğraş bana pek cazip görünmedi. Bir kere kendim hakkında konuşmayı sevmem. Gerekmedikçe göz önüne çıkmam. Roman, dersler... Vakit de yok. Sonra birden benden yıllardır, Ankara'da verdiğim yazma seminerlerini İstanbul'da, İzmir'de, Bursa'da neden tekrarlamadığımı soranları, sitemkar soruları, notlarımı yayınlama istekleri hatırladım. Kendim hakkında değil, yazmak, edebiyat, edebiyatın sorunları ve politika konusunda görüşlerimi paylaşabileceğimi düşününce neden olmasın dedim.
- Twitter'ı kullanma prensipleriniz var sanırım. Nedir onlar paylaşır mısınız?
- Her gün bir tema seçiyorum. Edebiyat, yazmak, hayat, insan, kadın, aşk, yolculuk, iyilik, kötülük gibi ve bu konu hakkında 140 vuruşluk altı ya da yedi tweet atıyorum. Bu tweet'ler art arda okunduğunda küçük bir deneme gibi de algılanabiliyor. Bundan üç yıl önce, öğrencilerim, yazdığım 12 romandan aforizma niteliğindeki bazı cümleleri seçerek bir kitap hazırladı. Ondan da yararlanarak, seçtiğim deyişleri merkeze alarak kısa denemeler yazmak da denebilir yaptığıma. Bunu sürdürürken dikkatle gözettiğim bir konu var: Kendimden mümkün olduğunca az söz etmek, karşılıklı konuşmalardan kaçınmak, kendimin ve okuyanın zamanını iyi kullanmaya çalışmak.
- Sosyal medyayı sevdiniz mi? Yani ortamı nasıl buldunuz? Türkiye gibi mi?
- Karmaşık ve karışık. O kadar farklı tellerden çalıyor ki, tweetler. Haber veren, görüşlerini özetleyen de var, örtülü/örtüsüz narsisizm, teşhircilik ve röntgencilik de mevcut. Paylaşılan yalnızlıklar, dertleşmeler, yazma cesareti edinmek, kendini ifade etmek isteyenler. Tam bir kargaşa. Hayat gibi. Ama Twitter, politik ve toplumsal konularda örgütlenme, kamuoyu oluşturma konusunda da çok etkili bir araç. Ayrıca demokratik de. Herkes düşüncelerini ifade edebiliyor. Bir anlamda her ses duyuluyor. Sosyal medyayı sevip sevmeme konusuna gelince: Ben bu olanağı yararlı olduğunu düşündüğüm bir biçimde kullanmaya çalışıyor, bir anlamda yazma eyleminin devamı sayıyorum. Özetle bu işi edebiyat propagandası için yararlı bir fırsata dönüştürme kararındayım. Malum, edebiyatımız son yıllarda isyankarlığını, insani değerlerini sanki unuttu. Biraz saldırganlaşmasından bir kötülük gelmez. Unutmayalım, eğer edebiyat hadım edilirse, toplumun vicdanı da sığlaşır.
- Twitter'ın nasıl bir işlevi oldu hayatınızda?
- Benim gündelik yaşamımda her gün tekrarladığım bazı düzenli şeyler vardır: İlki, uyandığımda öfkelenecek bir konu bulmak. Öfke, insana günlük enerji, değiştirme cesareti verir. Sonra spor, ders verme ve tabii yazmak. Twitter'a da her gün, iki kez, 15 ya da 20 dakika ayırıyorum. Bu sürelerin dışında açmıyorum. Telefonum da öyle marifetli değil. Karşılıklı -yakın ya da eski tanıdıklarım dışında- kimseyle haberleşmiyorum. Benden bahsedenlere çok gerekmedikçe cevap vermiyorum. Hiç unutmadığım bir gerçek var: Benim asli görevim roman yazmak.

OKUYUCULAR DAHA FAZLA TWEET YAZMAMI İSTİYOR
- Twitter'a girdikten sonra nasıl tepkiler aldınız?
- Şaşırtıcı. Evet, aldığım olumlu tepkileri en kısa şekilde böyle tanımlayabilirim. İlginç şeyler de oluyor. Her gün daha fazla tweet yazma konusunda istek alıyorum. Bir iki gün seyahatteydim, topu topu bir gün yazmadım. 'Neredesiniz, neden bu sabah yazmadınız,' ya da 'Neden hâlâ yazmadınız?' gibi sayısız ileti aldım. Bilirsin, yırtıcılar önce avın en iyi -yani en çok kalori verecek- parçasını yerler. Okur da öyle; yoğun, özlü biçimde ifade edilmiş yazıları dikkat ve istekle okuyor. Akıl ve yüreklerine yönelen farklı bir şeyi hemen algılıyor, olumlu tepki veriyor. Beni Twitter'a daha fazla vakit ayırmaya kışkırtan bu içten tepkilere rağmen bilinmeli ki, artık hayat benim için kalan zaman. O zamanı da roman ve vakit bulursam, oyun yazarak dolduracağım.



SABAH

Arundhati Roy: “Sıradaki Romanın Biraz Beklemesi Gerekecek…”

1997’deki Booker Ödülleri’nin Küçük Şeylerin Tanrısı isimli kitabıyla kazananı olan Arundhati Roy, bu yıl adaylar arasında değil. Aslına bakılırsa, John Updike’nin Tiger Woods’vari bir çıkış olarak adlandırdığı ilk kitaptaki durumu devam ettirmesi gerekiyor.
Bunun deneme isteği ile ilgisi yok, elinde ikinci bir kitabın hazır beklediği bir sır değil. Gülerek söylediği üzere herkes bunu yıllardır biliyor. Oktojenaryan romancı ve eleştirmen arkadaşı John Berger hariç yalnızca birkaç kişi bu romanı birkaç saniyeliğine de olsa görme şansına erişti.  Berger o kadar etkilenmiş ki Roy’a her şeyi bırakıp, roman üstüne çalışması için ısrar etmiş. “Bir yıl kadar önce John’la evindeydik,  bana ‘Hemen bilgisayarını aç ve bana nasıl bir kurgu yazdığını oku’ dedi. Belki de o bu dünyada bu cümleleri bana söyleyebilecek tek insandır. Bir kısmını ona okudum ve bana şöyle dedi. ‘Hemen Delhi’ye dön ve bu kitabı bitir’. Ben de tamam dedim…”
Ama işler Roy’un umduğu gibi gitmedi.. Delhi’ye döndükten birkaç hafta sonra kapısında Hindistan’ın orta bölgelerindeki ormanlardaki Maocuları ziyaret etmesini isteyen bir not buldu.
Bu, Hindistan’ın gizli savaş bölgesine girmek için oldukça dayanılmaz bir davetti, Roy da bu daveti reddedemezdi.
Bugün, Hindistan asırlar önce Avrupa’daki kolonyal güçlerin geçtiği yollardan geçiyor: Stratejik maden kaynakları belirleniyor, bu bölgelerdeki insanlar göç ettiriliyor, demir cevherlerine ve benzerlerine ulaşılıyor ve bunu sanayileşmeyle zenginleşme için kullanıyorlar. Tek fark şu ki Hindistan’ın sömürebileceği bir Avustralya ya da Latin Amerika’sı yok. Roy’a göre “Hindistan bunun yerine kendi kendini yoksul nüfusunu kullanıp ham maddelere ulaşarak kolonileştiriyor.”
Yer altı kaynaklarının sömürüsünün başlamasından yüzyıllar sonra, bizim ülkemizde olduğu üzere insanlar bu uğurda yaşanan felaketin farkına vardılar: Yerliler bir katliama tabi tutuluyor, gelenekler siliniyor, hayatta kalanlarsa yoksulluğa mahkum ediliyordu. Ve sonuçta, ucuz pişmanlıklar eşliğinde büyük servetler elde ediliyor, sebep olunan zararlarsa yerinde duruyordu.
Ve şimdi Hindistan’da tüm bunlar tam da şimdi, zamanımızda oluyor. Ve pişmanlık  çok daha ciddi bir boyuta ulaşıyor…
Roy Maocular’ın davetini kaul ederken, milyonlarca Orta Sınıf’ın rahatsız olduğu  Adivasi’ye (Hindistan’ın kabile insanları) ormanlardaki Hindistan’ın ortasında yapılanların farkındaydı.
Hindistan’ın sözde Naxalite isyanının başlayışı 1950’larda Batı Bengal’daki Naxalbari kasabasına dayanır ve sayısız şekillerde bölünerek, teslim olarak ya da yozlaşarak bugüne kadar varır. Ama 2005’te Başbakan Manmohan Singh bu hareketin profilini onları en büyük iç tehdit olarak tanımlayarak bir anda zirveye sıçrattı.
Roy, zamanlamanın manidar olduğuna inanıyor. “Hükümetin birçok maden şirketi ve yer altı kaynaklarına ilişkin kuruluşla anlaşma yaptığı bir döneme rastlamıştı” diyor. “Basit bir biçimde söylemek gerekirse nehirleri, dağları, ormanları özel şirketlere sattılar. Buralarda yaşayan insanlara karşı bir savaş açmalılardı ki buradaki maden şirketleri işlerini rahatça görebilsinler”.
Yüz binlerce paramiliter ‘görevi’ yerine getirmek için ormanlara yrleştirildi. Bunu Maocular tarafından girilmiş yüzlerce köyün yakılması  ve boşaltılmış kasabalardaki insanların kurduğu yol kenarı kampları ve iki tarafça dökülen onca kan izledi…
Ancak orman boyunca yürüyerek ve Maocuların hikayelerini dinleyerek, Roy bu felaketi hasıraltı etmek için Hint medyasının çok ciddi oyunlara başvurduğunu fark etti. İsyancıların %45’i kadın %99’u ise yerlilerdi. Son bir umut olarak, yaşadıkları yerleri, yuvalarını korumak adına ellerine silah almışlardı.
“Buradaki (ormandaki) insanlar kuşatma altında” diyor Roy. “Alışveriş yapmaya çıkamıyorlar çünkü marketler polis ve hafiyelerle dolu, ilaç alamıyorlar, karne de alamıyorlar.” Singh’in açıklamasından sonra Anti-Maoist Salwa Judum adlı bir kontra grup kurulmuş. “2005’ten başlayarak, Salwa Judum 600 kadar köy yaktı, 360 bin insanı kaçmak zorunda bıraktı ve 50 bin kadarı kamplara taşınırken büyük çoğunluğu ülkenin dışına kaçmak ya da ormana yerleşmek zorunda kaldı” diyen Roy bunun büyük bir insanlık trajedisi olduğuna dikkat çekerek Birleşmiş Milletler tanımına göre bunun soykırım olduğunu açıkça vurguluyor.
“Suçlu olarak lanse edilen Adivasiler bugün terörist olarak algılanıyorlar” diyen Roy bu insanların yalnızca evlerini kurtarmak ve ürünlerini ekmek istediklerini, Maoistlerle birlikte ormanda yaşamanın terörist sayılmak için gerekçe sayıldığını söylüyor.
Gezisiyle ilgili yazıları, Walkin with Comrades, geçtiğimiz yıl Hindistan’da ilk yayınlandığında Roy bu isyancıları ‘insan gibi göstermek’ ile suçlanmış. Gandhi’nin şiddet karşıtı prensiplerine bağlanmış orta sınıfa göre bu insanların silahla olan bağları onları kör etmiş durumda. Ama Roy’a göre durum öyle değil. Roy bu insanların başka seçeneği olup olmadığını sorguluyor.
“Gandici direnişin politik alanın son derece etkili ve ahlâki bir formu olduğuna inanıyorum, bu tarz size ılımlı bir kitle de kazandırıyor” diyen Roy “Peki ya geri kalmış bir köyde herhangi bir yerden millerce uzakta olduğunuzda” diye soruyor. “Aç bir insan açlık grevine girebilir mi?”
Romanının aldığı  ödülden bu yana Roy Hint orta sınıfının sinirlerini hoplatmakta ustalaşmış durumda. Bu onun sonsuz hassasiyetini yansıtan bir hediye gibi. Bazen derisi olmaksızın yaşadığını hissettiğini söylüyor. “Korunmaksızın yaşıyorum. Ne zaman derisiz yaşarsanız o zaman tüm zamanlarda anlatılması gereken şeylere ulaşabiliyorsunuz.”
“Yaşadığım ülke her geçen gün daha da baskıcı daha da polis devleti haline geliyor. Hindistan devlet olarak gün geçtikçe sertleşiyor. Dağınık, sevimli bir demokrasi görünümünü devam ettirmesi gerekirken, kameranın görmediği yerlerde durum gittikçe umutsuzlaşıyor.”
Ama aynı zamanda hala açık bir toplum olarak kalmayı sürdürüyor ve kazanılacak çok fazla kavga var. 2009’da devlet Greenhunt Operasyonu’nu ve ormandaki ya da dışındaki Maocular’ın tamamını öldürmeyi planladığını açıkladı. “Hint elitleri arasında onlara Maocu teröristler demekte bir sorun yok, onlara göre Maocular çoktan insanlıktan çıkmış. Ve, ben, bir Maocu olmasam da, onlarla ilgili yazdığımda bu onları insan gibi gösteriyor ve çok büyük farklılıklar yaratıyor.”
“Çok ilginç tartışmaların patlak verdiği bir dönemdeyiz. Şu an doğru bir zamanda yapılan iyi bir müdahale, bir devrime yol açamasa da tartışmanın paradigmasını değiştirebilir.”
Romanın daha beklemesi gerekecek diyor.
Ona göre politik yazıları insanlara nefes alabilecek bir alan sağlıyor. “Yaptığım işle ilgili en çok sevdiğim şey onun yazıldığı dilden Hindistan’ın yerel dillerinden olan Oriya, Kanada ve Tellugu’ya çevrilmesi. İnsanlar izole hissedip hissetmediğimi soruyorlar: Size ne kadar az izole edilmiş olduğumu anlatamam. Nasıl geri izlenim aldığımı soranlara trafik ışığında benim de beklemek zorunda olduğumu söylüyorum. Onlar dinamik bir şekilde öfke ve tartışmanın sürdüğü, günün her anına yayılan anlar.”

Notlar:
  • Arundhati Roy'un Hindistan'daki Maocularla görüşmelerini anlattığı kitabı "Yoldaşlarla Yürümek" kitabı Agora Kitaplığı'nca yayınlanacak. 
  • Sarphan Uzunoğlu tarafından çevrilmiştir...

24 Ekim 2011 Pazartesi

"Mesele"nin Kasım Sayısı Matbaaya Gönderildi

"Mesele" kitap dergimizin Kasım 2011 tarihli 59. sayısı matbaaya gönderildi ve 3 Kasım Perşembe günü dağıtımı yapılmış olacak. "Mesele"nin bu ayki geniş kapak röportajı, "Aşk Şiirleri Antolojisi" başlıklı son şiir kitabı yeni yayınlanmış olan şair Haydar Ergülen'le yapıldı. Şairin çocukluk ve gençlik çağlarından etkilendiği yazarlara ve şiir anlayışına kadar bir sürü mevzunun konuşulduğu röportajı, dergimizin editörü Berat Günçıkan yaptı. Röportajın başlığı, "Dağlar, İnsanlar ve Hatta Ölüm Bile Yorulduysa, Şimdi En Güzel Şiir, Barıştır".

Bu ay en dikkat çeken makale/yazı, daha önceki sayılarda da güncel siyasetle ilgili birçok makalesini yayınladığımız ve "Avrupa Birliği ve Türkiye: Bir Dayanak/İnandırıcılık İkilemi" ve röportaj kitabı "Müzakerelerden Üyeliğe: AB-Türkiye Gündemindeki Sorunlar" gibi kitaplarıyla tanınan, Greenwich Üniversitesi öğretim üyesi Mehmet Uğur'un kaleminden. Mehmet Uğur "Çıplak Kral AKP: 'Sahte Kahraman'dan 'Şirret'e" başlığını verdiği yazısında, AKP'nin kaptanlık ettiği devletin seçim sürecinde ve sonrasındaki bazı pratiklerini irdeliyor ve bu pratiklere karşı muhalefetin Türkiye'nin tek şansı olduğuna dikkat çekiyor.

"Mesele"nin Kasım sayısında ayrıca, Semra Topal'ın Ayrıntı Yayınları'ndan çıkmış olup, müstehcenlikten dolayı mahkemeye düşen kitabı "Ölüm Pornosu" üzerine yazısı, Nilüfer Zengin'in Başbakan'ın annesinin ölümünün sonra medya ve kendi yandaşlarınca nasıl bir fayda nesnesi haline getirildiğini anlatan yazısı, Mehmet Eroğlu'nun "Emine" romanında işlenen ana karakterin ayna tutulduğu bir söyleşi, yine Berat Günçıkan'ın "Çıt Yok" adlı yeni kitabı Mefisto Kitaplığı'ndan çıkan İsmail Güzelsoy'yaptığı söyleşi, Volkan Aran'ın "Occupy Wall Street" (Wall Street'i İşgal Et" hareketi eylemlerinden yola çıkarak kaleme aldığı bir analiz yazısı ve son festivallerde gösterilen yeni filmlerden hareketle, Türk sinemasının günümüzdeki halinin ek umut vermediğini gösteren Özlem Altunok'un ve Barış Yıldırım'ın Özcan Alper filmleriyle ilgili yazıları yer alıyor...

Derginin diğer yazıları da Hülya Soyşekerci'nin Alime Mitap'ın "Ateş Çiçekleri" kitabı, Mustafa Günay'ın Rıfat Ilgaz şiiri, Sarphan Uzunoğlu'nun Yaşar Kurt ve Gül Yaşartürk'ün Nuri Bilge Ceylan'ın "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmiyle ilgili çalışmaları...
Berat Günçıkan ve Haydar Ergülen



23 Ekim 2011 Pazar

Van’da Hemen TOKİ’yi Göreve Çağırmak: Felaket Kapitalistleri Sevinç İçinde - Azmi Selçuklu



Bugün öğlen saatlerinde meydana gelen Van depremi, taze taze ülkenin içinde bulunduğu siyasal atmosferin bütün ürkütücü veçhelerini bir kez daha ortaya çıkardı.


Bu ürkütücü eğilimlerin 'intikamcı' tezahürleri bilhassa sosyal medyada ve haber sitelerinin haber alti okuyucu yorumlarında bütün yaygınlığıyla kendine yer buldu ve tabiatıyla halen de bulmaya devam ediyor. Söz konusu tepkilerin bir ucu "Allah'ın gazabının Kürtlerin üzerine çökmesi"nden başlayıp, öbür ucu "'askerlerimiz'in bu 'vatan hainleri'nin yardımına gitmemesi"ne kadar uzanıyordu.

Fakat bir örnek var ki, o da, "Şok Doktrini" kitabının yazarı Naomi Klein'ın tabiriyle 'felaket kapitalizmi'nin nasıl bir 'çakallığı' bağrında taşıdığı.

Twitter’da okuduğum kadarıyla, Kanal D’de Mehmet Ali Birand’ın yönettiği bir programda konuşan Oğuz (?) isimli yorumcu şöyle demiş: “Bu bir şans şimdi, Van yardım alacak, TOKİ de var, yeni bir kent inşa edebilirler,” demiş. Doğal olarak bu konuşmayı twitter’da aktaran kişi, “bu nasıl bir akıl tutulması” diyerek gaddarlığın bu kadarına akıl erdirilemeyeceğine işaret ediyor.

Oysa Oğuz (?) her kim ise, kapitalizmin ‘bugünkü aklı’nın tipik bir temsilcisi. Kapitalizm bugün böyle akıl yürütüyor. Naomi Klein’ın “Şok Doktrini”nde bütün gaddarlığıyla sergilediği örnekler Van depreminden sonra bu öneriyi ortaya atanın ‘aklı’yla öyle bir uyuşuyor ki.

Naomi Klein kitabına, Amerika’da New Orleans’ı vuran Katrina Kasırgası’nı örnek vererek başlıyor. “Katrina Kasırgası New Orleans bölgesini yerle bir ettiğinde, Cumhuriyetçi Parti’li politikacılarla ilişkisi olanlar, düşünce kuruluşları ve müteahhitlik şirketleri hemen ‘temiz sayfalar’dan ve heyecan verici fırsatlardan bahsetmeye” koyuluyorlar. Nitekim “Cumhuriyetçi bir Kongre üyesi olan Richard Baker sel felaketini kastederek, “Nihayet New Orleans’taki istenmeyen konutları temizlemiş olduk. Bu işi biz yapamıyorduk, Tanrı yaptı,” diye sevinç içinde ellerini ovuşturuyor (“Şok Doktrini”, s. 1-6).

New Orleans’taki sel felaketinden sonra sevinç çığlığı koparan kişilerden biri de “küresel ekonominin kurallar kitabını yazma onurunu taşıyan adam, Milton Friedman”. Friedman, o semtlerde yaşayan (parasız devlet okullarında okuyan) çocukların dağılmasını “eğitim sisteminde radikal reformlar gerçekleştirmeye zemin sağlayan bir fırsat” olarak görüyor. Friedman artık “kamu okullarının yerine” rahat rahat “özel okulların açılabileceği”nden dem vuruyor.
Bir başka örnek, 2004 Aralık ayında on binlerce insanın ölümüne sebep olan tsunami felaketi: “Sri Lanka’da kurbanların yüzde 80’ini küçük kayıklarla balıkçılık yapanlar oluşturuyordu.” Kıyılarda oturan yüz binlerce insan “barınacak yer ve diğer yardım malzemelerinden faydalanabilmek için ülkenin iç kısımlarındaki geçici kamplara gittiler.” Ve bir daha geri dönemediler! Çünkü hükümet, yüz yıllardır kendi yurtları olarak geçimlerini sağladıkları bu kıyıları artık doğal felaketlere karşı bir tampon bölge ilan ederek kapatmıştı ve çok geçmeden çıkarılan yeni yönetmeliklerle bu bölgelerin ‘gaspı’ yasallaştırılarak, büyük şirketlerin kontrolündeki dev otellerin yapımına devredilecekti.

Kapitalizmin ‘çakalları’ her felaketten, sömürüyü yoğunlaştıran ve mülkiyet devrini kolaylaştıran bir ‘dev fırsat’ olarak yararlanmak üzere olay yerinde bitiveriyordu...

Dolayısıyla, bizim ülkemizde de hükümetin kontrolündeki sermayenin ve TOKİ gibi sözde kamu kuruluşlarının, Türkiye’nin herhangi bir yerinde yaşayanacak Van depremi benzeri her türlü felaketten sonra ‘nasiplenme çağrıları’ yapmalarına ve televizyon ekranlarına bu ‘çakallığı’ savunacak ‘gönüllü uzmanlar’ çıkarmalarına bugün de bundan sonra da hiç şaşırmamak gerek...



21 Ekim 2011 Cuma

Jean Seberg'in Hayatı: Gelecek Ay Agora'da


Meksikalı ünlü yazar Carlos Fuentes, "Diana" adlı romanında, kendisinden epeyce küçük yaştaki bir sinema aktristiyle bir sinema setinde başlayıp biten bir aşkını anlatır. Bu etkileyici kadın bir yandan da ABD'de siyahların radikal hareketini temsil eden Kara Panterler'in bir militanıyla telefonlaşmaktadır, ki romanın gerisi hem aforizmik cümlelerle dolu bir maden, hem de aşkın doğasına dair bir tefekkür metni gibi akar gider. Bu kadının adı Jean Seberg'dir. Dünyada çoğu kişinin, Jean Paul Belmondo'yla çevirdiği "Serseri Aşıklar" (asıl adı "Soluk Soluğa"dır) filmindeki kısa kesimli saçları, sarışın ve güleç yüzüyle hatırladığı aktris. Film aktristi Jean Seberg aynı zamanda, Fransa'nın ünlü romancılarından Romain Gary'yle evlidir. Kendisi bir gün, bir otomobilin içinde, bir haftalık ölü halde bulunur.


Geride bıraktığı hayatı kitaplaştıran Fransız yazar Maurice Guichard'ın biyografisinin Türkçe çevirisi, Ender Bedisel tarafından yapıldı ve gelecek ay içinde Agora Kitaplığı'nca yayınlanacak...



***


"1979 baharının bir günü, büyük mağazadançıkarak küçük Chateaubriand bahçesine girdim; bahçe yabancı elçiliklerin tamkarşısındaydı. Jean ile diplomat, romancı ünlü Romain Gary’nin birlikteoturduklarını bilmiyordum; sonradan öğrendiğime göre Bac Sokağı’na çok yakınkomşu apartmanlardan 108 numarada yaşıyorlarmış.


"Saatime bir göz attım. Geri döneceğimesnada bir genç kadın gördüm; ıssız, küçük bahçenin içindeydi. Bu hoş insanaüstünkörü bir bakış attım.


"Tecessüs dolu bir özelliğim yoktur veyabancı kişilerin yüzüne uzun uzun bakmaktan nefret ederim.


"Bir şoktu bu. Daha önce gördüğümfilmlerin sahneleri ağır ağır gözlerimin önüne geliyordu ve adını koyamadığımbir simanın gerçekliği söz konusuydu.

"Dikkat çekmemiştim; gelişigüzel bir ikiadım atıp komşu banka oturdu. Gizli gizli onu gözledim; çok geçmeden aktrisinyanımda olduğundan emin oldum. Ayağa kalktım ve elimden geldiği kadar saygıylakonuştum.

"'Siz Jean Seberg olmalısınız!'

"Gülümseyerek başını eğdi.Biraz çekingen kendimi tanıttım..."

Jean Seberg ve romancı Romain Gary.

20 Ekim 2011 Perşembe

Şiirinizi Nasıl Okurdunuz...


Vladimir Mayakovski’nin Adam Yayınları tarafından yıllar önce yayımlanan Şiir Nasıl Yazılır? kitabını gördüğümde büyük bir heyecanla almış, acaba şiirin nasıl yazılabileceğini bu büyük Sovyet şairi bize gösterebilecek mi diye meraklanmıştım. Bir yandan aklımda “şiir nasıl yazılır?” sorusunda bir yanlışlık olduğu fikri vardı. Kitabı okuyunca da hayal kırıklığına kapılmış, şiirin şematik bir üretimden geçirilmesini kabullenememiştim. Şairin karalamalarla dolu mütevazı not defterlerini beklerken, bir şiir fabrikasında, bir dize makinesini izliyormuşum hissine kapılmıştım.

YAZI: YANKI ENKİ , TARAF KİTAP

Terry Eagleton’ın Şiir Nasıl Okunur kitabını gördüğümde ise hiç endişelenmeden okumak istedim. Bunun nedeni ne olabilirdi? Biri şiir yazmak, diğeri de şiir okumak hakkında okura yol gösterme niyetindeydi. Nazım Hikmet, Mayakovski için “o bizim öğretmenimizdir” demişti. Eagleton ise şair bile değildi. Diğer kitaplarından bildiğimiz kadarıyla öncelikle iyi bir eleştirmen, edebiyat kuramı konusunda usta bir yazar, bir kültür yorumcusu. Bu kitabın bazı bölümleri söz konusuysa iyi bir okur öncelikle.
Eagleton da Mayakovski’nin zamanında yaptığı gibi kitapta yer verdiği şiir okuma örneklerinde ölçülere, uyaklara, dize şablonlarına, hatta bazen tek bir harfe kadar eğilip yakından bakıyor, ancak onunki daha çok alternatif bir okuma çabası. Belki de bu kitabın ismini şöyle değiştirebilirdik: “Terry Eagleton Şiiri Nasıl Okur?”
Bu alternatif okumalarda zaman zaman çözümleme yapmaya girişiyor Eagleton. Bazen acımasızca eleştiriyor şairleri, hatta dalga geçiyor. Kimi şiirlerin içeriğine kiminin de formuna yakından bakıyor ve içerik ile biçimin o ünlü mücadelesinin izini sürüyor. Bazen sanki aklına ilk geleni paylaşıyor bizle, bazen de bizi derinlemesine analizlerle baş başa bırakıyor. Yine de o İngiliz mizahını hiç esirgemiyor. Belki bir Nick Hornby değil ama, insan Eagleton’ı okurken de hiç beklemediği bir anda, kitabın belki de en ciddi yerinde bir kahkaha patlatabiliyor.
Sade okurla uzman edebiyatçı kimlikleri arasında gidip geldiği bölümlerde bizi iyi şairlerle ya da iyi bildiğimiz şairlerle başarılı şairlerin ayrımına davet ediyor Eagleton. William Blake’in “Kaplan” şiiri hakkında altını çizmemiz gereken şeyler söylüyor. Dylan Thomas’ın bir şiirini yerin dibine batırırken şaşırıyoruz. T.S. Eliot’ı ciddi edebiyat eleştirisinin nesnesi haline getiriyor ve içeriğe karşı formun nasıl kullanıldığını ve bunun modernizmdeki rolünü açıklyor. Konular ilerledikçe sık sık W.B. Yeats’e geri dönüyor. Keats’in hakkını veriyor. Robert Browning’in “Porphyria’nın Aşığı” şiirine okuru ters köşeye yatırarak yaklaşıyor. Eagleton okudukça okur da okuyor ve belki bugüne kadar onlarca defa okuduğu dizelerle farklı anlamlarda buluşuyor.
Şiir okurları için bir elkitabı değil bu. Özellikle bazı bölümlerinde, belki de Eagleton’ın İngiliz edebiyatı dersi alan öğrencilerini aklından çıkararak yazdığı bölümlerde deneme benzeri bir üslup ortaya çıkıyor. Kitabın son bölümünde yazarın kendi seçtiği dört şiire yer vermesi ve oldukça öznel bir edebiyat eleştirisine tabi tutması bu üslubun bir örneği. Eagleton yazdığı önsözde bu kitabın öğrencilere de yönelik olduğunu söylüyor. Kitabı okuyup bitirdiğimizde, şiirin nasıl okunacağına dair bir ders almış gibi hissetmiyoruz. “Demek ki bir şiir böyle de okunabilir,” diyoruz.
Şiir Nasıl Okunur, edebiyat eleştirisi akımlarının eşliğinde ilerleyen kuramsal bir şiir incelemesi de değil tam olarak. Tıpkı Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı kitabında yaptığı gibi, bir teori oluşturmanın izinde olmasa da, o da öznel his ve algıların, deneyimlerin, bireysel okumaların peşinden gidiyor. Eagleton burada bir okur; şairlere de okuyarak sesleniyor. Okurken hissettiklerini, biriktirdiklerini diğer okumalarının verdiği zenginlikle birleştirip elini güçlendiriyor. Diğer yandan, bir şiir teorisinden bahsetmenin aslında çelişkili bir girişim olduğunu daha kitabının başlarında vurgulamayı da unutmuyor. Şiirin hissedebileceğimiz şeylerle ilgili olduğunu düşünen romantik şairlerin, şiir geleneğinde ne kadar önemli bir yeri olduğunu hatırlatıyor bize.






Eagleton gösteriyor ki, bir yandan öznel, bir yandan kamusal bir karakteri var şiirin. Bir taraftan retorik önemli bir rol oynuyor yazarın şiir çözümlemelerinde. Şiirin düzyazıdan farkı, hayal gücünün anlamı, hatta noktalama işaretlerinin kullanımı da Eagleton’ın okumalarının önemli ayrıntılarını oluşturuyor.
Tüm olumlu yanlarına rağmen Şiir Nasıl Okunur’un tartışmaya açık bir sorunu var. Sonuçta bir şiir eleştirisi yapıtını okuyoruz ve kaçınılmaz olarak dilin kendisi üzerinde açılan kapılarla buluyoruz yolumuzu. Ne var ki verilen örneklerin hepsini Türkçe çevirisinden okumak durumundayız. İster şiirin başka bir dile çevrilemez bir tür olduğunu düşünün, ister hakkı verilerek çevrilebileceğine inanın, şiirin uyağıyla ve ölçüsüyle yakın okumaya tutulduğu bir metinde çeviriyle beraber bazı noktaların, duyguların, ritmin ve tonun karşılıkları bulanıklaşabiliyor. Bu da şiirin çevirisindeki sorunların değil, şiirin kendi doğasının ve tercih edilen şiir analiz yöntemlerinin bir sonucu.


Dikkatli çevirmen Kaya Genç sayesinde en azından kötü ya da yetersiz bir çeviriyle karşı karşıya değiliz. Genç’in metin içinde verdiği özgün İngilizce karşılıklarla –tabii eğer İngilizce biliyorsak– Eagleton’ın parmak bastığı detayları takip edebiliyoruz. Eğer imkan varsa bu kitabı okurken yanında şiirlerin orijinallerini de bulundurmak Eagleton’ın “Şiir Nasıl Okunur?” sorusunun yanıtını ararken daha verimli bir okuma sağlayacaktır. Şiir çevirisi edebiyat dünyası için hep kalıcı olacak bir tartışmanın konusu olsa da, şiir okuru bu kitabın çevirisinin kendisi için her zaman geri dönülecek değerli bir edebiyat incelemesi olduğunu gönül rahatlığıyla kabul ediyor.
Mayakovski’nin Şiir Nasıl Yazılır? kitabını okuduktan sonra değil, ama Eagleton’ın kitabını okuduktan sonra şiir yazmaya niyetlenmek sanki daha olası gözüküyor. Şiirin yazılmasından ziyade okunmasının incelikleri okuru şiirin edebi değerinin içine daha çok çekiyor. Bu kitabın kütüphanede durması gereken yer ise, sözlüklerin ve dilbilgisi kitaplarının biraz ilerisinde, şiir kitaplarının hemen altındaki edebiyat eleştirisi rafı olmalı.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Paul Avrich'in "Anarşist Portreler"i Kasım'da Çıkıyor...




Agora Kitaplığı, Kasım 2011 ayı için özellikle iki kitap hazırlıyor: Bunlardan birisi, Bertolt Brecht'in "Epik Tiyatro" kitabı. Diğeriyse, Paul Avrich'in neredeyse klasikleşmiş eseri "Anarşist Portreler".

"Anarşist Portreler" benim, cezaevinden tahliye olduktan sonra yaptığım ilk çeviri. 1991 Eylül ayında İstanbul'a yerleşmeye geldiğimde, her gün uğradığımız Belge Yayınları'nda Ragıp Abi'nin önerisi üzerine, Talas Han'ın giriş katında bürosu olan Sarmal Yayınları'na uğramıştım ve yayınevinin sahibi Işıtan Abi (Gündüz) kısa bir sohbetin ardından bana bu kitabın İngilizcesi'ni vermişti. Kitabı kah İstanbul, Kurtuluş'ta tuttuğumuz çatı katında, kah Bornova'daki aile evinde çevirdiğimi hatırlıyorum. Sarmal da kitabı güzel bir kapakla, iki cilt halinde basmıştı. Yıllar sonra, Sarmal Yayınları'nın kapanmasının akabinde, Doruk Yayınları başka bir baskı yaptı. Agora'yı kurduktan ve çevirilerimi imkan bulduğum ölçüde biraraya toplamayı düşündükten sonradır ki, kitabın yayın hakkını elinde bulunduran yayıneviyle temas kurmuş ve sözleşme imzalamıştık. Şimdi, çevirisini bir kez daha rötuşlayıp hafif bir redaksiyondan geçirerek yeniden yayına hazırlıyorum. Bir aksilik olmazsa Kasım ayı içerisinde, TÜYAP'tan sonraki hafta içinde yayınlanıp dağıtıma girmiş olacak...

Agora'da tek cilt halinde basacağımız kitap, üç bölümden oluşuyor: "Rusya", "Amerika" ve "Avrupa ve Dünya".

Özellikle üzerinde durulan portreler ise Bakunin, Kropotkin, Mahno, Volin, Proudhon, Benjamin Tucker, Sacco ile Vanzetti, Aleksandr Berkman, Mollie Steimer ve J.W. Fleming... Ayrıca, ekte gördüğünüz iki resim gibi küçük bir fotoğraf albümü de var...





Mehmet Eroğlu'nun 'Adını Unutan Adam' Romanı: 1 İsrailli Asker Kaç Filistinli Eder?

Mehmet Eroğlu, dördüncü romanı olarak “Adını Unutan Adam” başlığıyla kısa, fantastik bir roman kaleme almıştı. İlk basımı 1989’da Can Yayınları’nda yapılan, Agora Kitaplığı’nca 2007’de yeniden basımı yapılan bu romanda Mehmet Eroğlu, Filistin’de dövüşmenin 1968 kuşağı açısından nasıl bir anlam taşıdığını anlatıyordu. Kitabın arka kapağında belirtildiği üzere, “1965-1980 döneminde eylemleriyle ülkenin kaderini derinden etkileyen -kendilerine ısmarlanmamış bir devrimin peşinde ölüme yakın yürümüş- romantik bir kuşağın belirgin kişilik özellikleri tek tek ortaya çıkarılırken”, kitabın adsız, adını söylemeyen, adını söylememek için dilini kendi kopararak yutmuş olan kahramanının yanı sıra, bir de 1 İsrailli pilodun cesedi karşılığında 33 kişiyle birlikte salıverilmeyi bir türlü içine sindiremeyen” bir genç militan vardı…
İsrail’in Filistinlilere, dünyanın ve Türkiye devrimcilerinin Filistin mücadelesine nasıl baktığının çarpıcı bir örneği olan “Adını Unutan Adam” romanı, Hamas’ın 5 yıldır elinde tuttuğu İsrailli asker Gillad Şalit’in 1.000 Filistinli mahkumla takas edildiği bugün için özellikle hatırlanmaya değer bir eser olma özelliğini koruyor…


Fotoğraf: Serbest Bırakılan Filistinli Mahkumlardan Biri Kızına Sarılıyor

18 Ekim 2011 Salı

Frankfurt 2011: Silik, Çabuk ve Herhalde Bereketli



























Ayağımızın tozuyla gene günlük işlere daldık, lakin Frankfurt mesaimiz de pek boş geçmedi. Her ne kadar Frankfurt her geçen yıl bir önceki yıla nazaran daha sönük olmaya devam ediyorsa da, bu yıl "sıfır randevu, azami rahatlık" havasıyla pavyonları dolaşırken, Berlin'deki dostumuz Emrah'ın yol arkadaşlığı ve ataklığı sayesinde sinek de avlamadık. Hatta, gönlümden geçen bir yazarın bütün kitaplarıyla ilgili anlaşma yapmanın eşiğine geldiğimizi bile söyleyebilirim. Umarım önümüzdeki aylarda bu yazarla ilgili girişimimiz müsbet bir netice verir de eserlerini yayına hazırlamaya girişebiliriz.

Bu arada, bütün bir fuarın en 'renkli' hadisesi olarak, birkaç yıldır mütevazı fakat orijinal çabalarıyla kendini gösteren, merkezi Kalküta'da bulunan, başında her yıl gördüğüm Naveen adlı bir editörün bulunduğu Seagull Books'u ve bu yıl şahikasına çıkmış bulunan özgün katalogunu da bilhassa anmak isterim. Onun dışında, bizi misafir eden gani gönüllü Kemal'le birlikte sohbetlerimiz, cuma akşamı balık gecesinde (bir kısım meslektaşlarımız Sacksonhouse'da domuz eti şarap avındayken) Halkevi'nde "Türkiye'nin Emperyal Hevesleri" başlıklı bir sohbet/tartışma toplantısı, panel sonrası Güneş Tiyatrosu'nun hangarında Tülay'ın sesinden içli şarkılar ve çerez niyetine Goethe Üniversitesi'nin önündeki kelepir kitaplar standlarında dolanma, son gün de mesaiyi kırıp Heidelberg'e kaçan Literatür Kenan'ı hafif kıskanma...

Türkiye standına gelince. Bu yıl daha da renksiz, giderek daha da Türkiye'nin kültürel-siyasal manzarasının yansıdığı bir bileşim, neyse ki güzel, demli çaylar, gündüz güneşi görünce de ortadaki büyük alanda kemikleri ısıtma...


Netice: Silik bir fuardı, çabuk geçti, fakat herhalde bereketini göreceğiz...


Not: Alttaki foto tabii ki eski (idareten); fakat nehir Frankfurt'tan... Onun üstündeki, yazarımız Emrah (Cilasun) ve Fahri Aral'la beraber. En üstteki de, katalogdan sayfa yırtma operasyonu vesilesiyle koltuğa yerleşme...

Bizi buluşturan vicdanımızdan başka bir şey değil



Yazar Mehmet Eroğlu ve yeni romanı "Emine"deki Hasan Hoca karakterine ilham veren İhsan Eliaçık VatanKitap için bir araya geldi.

Türk edebiyatının görkemli kalemlerinden Mehmet Eroğlu, “Fay Kırığı” üçlemesine “Emine” ile devam ediyor. Eroğlu’nun bir aşk örgüsü etrafında günümüz Türkiye’sini, meselelerini ele aldığı romanın en büyük sürprizi ise kahramanı Hasan Hoca’nın İhsan Eliaçık’tan esinlenerek yaratılmış olması... Biz de biri komünist, diğeri siyasal İslam kültüründen gelen bu iki ismi buluşturduk.
Bu yüzden bu sohbet “farklı dünyaların” insanları gibi duran ama aslında “aynı dünyanın” insanlarından bile birbirlerine yakın olan iki kişinin buluşmasıydı. Ama belirtmek isterim bu buluşmayı sadece siyasetle sınırlamamak gerek. Çünkü Mehmet Eroğlu ve İhsan Eliaçık buluşmasının bundan çok daha evrensel bir yanı vardı. O gün, orada insanlık tarihinde kolay kolay rastlanmayacak bir şey olmuş, nadiren buluşabilecek iki kişi buluştu: Yazar ve kahramanı!
Mehmet Bey, “Fay Kırığı” üçlemesinin ikinci romanı olan “Emine”de Sosyalizm ve dinin birlikteliğine değiniyorsunuz. Bu ilişki bugün çok gündemde, ki İhsan Eliaçık da bunu dile getirenlerden biri. Bu ilişki sizin ne zaman ilgi alanınıza girdi?
Mehmet Eroğlu: 1995’ten beri... Yani Müslüman hareketinin, toplumcu bir damarının olabileceği ve ille de zenginlerden yana olması gerekmediği konusunda düşüncelerim ve öngörülerim vardı. 1990’lı yıllarda “Yürek Sürgünü” adlı beşinci romanımda, ki budönem dünyada Sosyalizmin yıkıldığı dönemdi, “eski bir solcu”, “Müslüman gençler”le hareket etmeye başlıyordu. Yani ikisinin işbirliği içinde olabileceğine ilişkin tespitlerin edebiyata konması ilk o zamana denk gelir. O günlerde ilginç bir durum daha vardı. Milli Selamet Partisi yükseliyordu. Partinin özünde iki önemli açılım vardı: Batı karşıtıydı ve sanayileşmeyi savunuyordu.
Peki İhsan Hocam ilginizi nasıl çekti yani ne zaman ve nasıl romanınızdaki bir kahramana esin kaynağı oldu?
M.E: İhsan Eliaçık’ı güçlü olarak algılamam ilk kez bir televizyon programında oldu. Erol Yarar’ın sıçrayıp sıçrayıp oturmasını izlerken açıkçası çok zevk almıştım. Çünkü konuyu biz soldan tartışsaydık, söylediklerimiz pek de önemli olmazdı. Ama aynı konu Müslümanlık cephesinden ve Kur’an’ı referans vererek tartışılırken adamın aczi benim için çok çarpıcıydı. O zaman gördüm ki İhsan Eliaçık’la aslında çok da ayrı yerlerden gelmiyoruz. Vicdanımızın buluştuğu yerdeyiz
İhsan Bey, Mehmet Eroğlu’nun romanına esin verdiğinizi öğrenince siz hissetiniz?
İhsan Eliaçık: Türkiye’de bir takım mahalle duvarları örülmüş, bizler de bu mahallenin dışında kalan yalnız insanlarız. Bu mahalle duvarları yıkıldıkça da birbirimizi görüyoruz. Mehmet Eroğlu’nun dünyası ile onun dünyayı algılayışı; zengini, yoksulu anlayışı konusunda aynıyız. Aramızda fark yok. 1995’te çıkan üçüncü kitabımın adı “Devrimci İslam”dı. “Devrimci İslam” söylemi, siyasal içerik, yöntem ve metot meselesi olarak uzun süre tartışıldı. Şu anki AKP iktidarı o zaman Refah Partisi’ydi. Ben de o kültürün içinden geliyorum. Ama ben siyasi bir parti ile o sistemi değiştirmeyeceğini, aksine aynısı olunacağına inanıyordum. Bu yüzden “devrimci mücadele lazım” derdim. Ama onlar “parti kuracağız, oy alacağız, İslam Devleti kuracağız” söylemlerinde bulundu. Gün oldu, devran döndü, o kadrolar iktidara geldi. İsmet Özel, bir mısrasında “Her şey biz yaşarken oldu” der ya, öyle oldu. Bir sürü arkadaşımız bakan, belediye başkanı, daire başkanı oldu ve gözlerimizin önünde değiştiler, bir başka dünyaya göçüp gittiler ve gidenler de geri gelmedi. Bunlar benim zihin dünyamda ve ruh iklimimde derin etkiler uyandırdı. Dedim ki bu nasıl oluyor? Bir adam cipe binince, mahalleyi değiştirince, korumalarla gezmeye başlayınca nasıl oluyor da seni görmezden gelmeye başlıyor? Aynı dinden bahsediyorsak bu nasıl oluyor? Bunların dinleriyle benim dinim farklı mı demeye sorgulamaya başladım. Bu yüzden dini metinlere yeniden bakmak gerektiğini düşündüm ve tefsir yazdım: “Yaşayan Kur’an.” Bunları söyledikçe çevrem farklılaşmaya başladı.
ÖNCE “ESİNLENMİŞTİR” DEDİM
Aynı mahalleden geldiğiniz arkadaşlarınızla yollarınız ayrılırken Mehmet Eroğlu ile buluşmanızı nasıl yorumluyorsunuz?
İ.E: Bu roman, duvarları yıkan bir girişim. Bir başka kesimde görünen birisi, başka bir kesimdeki birisini alıyor ve bir romanda buluşturuyor. Bu çok önemli... İlk duyduğumda Önce “Esinlenmiştir” diye düşündüm. Ama kitabı okumaya başlayınca şaşırdım. Çünkü ben yazılarımı nerede görsem tanırım. Baktım, Hasan Hoca, benim sözlerimi söylüyor. Ve bunu muazzam bir kurgu ile yapmış. Romanda Hasan Hoca, benim yazılarımdan alıntılarla konuşuyordu. Ama öyle bir konuşuyordu ki okurken “Bu sözleri ben de böyle birilerine söylemek için yazmıştım” diyordum. Şöyle ki; yazılarımı yazarken karşımda biri vardır, onu tahayyül ederek yazarım. Mehmet Eroğlu’nun romanında Hasan Hoca da aynı tahayyül ettiğim kişilere karşı konuşuyordu.
M.E: Romanın en sağlam yerlerinden biridir, İhsan Bey’in bahsettiği bölüm. Uzun bir tartışma var orada. Aslında durum şu; insanlar aynı yöne tabii ki buluşurlar. Hasan Hoca’nın şöyle bir önemi var, o sadece bir din düşünürü değil aynı zamanda bir eylem adamı da.
İ.E: Gerçi karakter olarak bir-iki noktası bana uymuyor ama konuşma tarzı, misafirleri ağırlama biçimi, oturduğu yer benim yaşam tarzıma uyuyor. Benim de evim Fatih’te mesela...
M.E: Aaa! Bilmiyordum.
İ.E: Müsait olduğunuzda gelin ve görün isterim, Hasan Hoca’nın aynen evini göreceksiniz. Romanda anlattığınız sahnelerin hepsi benim evimde var. Tıpkı sizin romanda anlattığınız gibi bana da sık sık “Sen klasik din adamı değilsin” derler. Çünkü herkes yeşil sarıklı, bir ulu hoca bekliyor karşısında. Oysa yazdığım bir yazıda da söylediğim gibi Hz. Peygamber de yeşil sarıklı ulu hoca görünümlü değildi. Şu anda bilinen hâliyle molla, pir değildi. Uzun saçlı, saçlarını ikiye ayıran, genç görünümlü, aktif, dinamik, hayatın içinde birisiydi.
M.E: Devrimciydi.
Bir romana esin kaynağı olmanızla ilgili nasıl yorumlar alıyorsunuz?
İ.E: Roman sürekli masamın üzerinde. Her gelenle konusu oluyor. “Şunu okudunuz mu” diyorum. Şöyle bir bakıyor, sonra okumaya başlıyor. Kendini kaptırıyor insanlar. Romanın kendini içine çeken bir özelliği var, istersen ortasından başlansın. Okumaya başlayan yarım saat kafayı kaldırmıyor. Sonra da “Enteresan, gidip alacağım.” diyor.
“BİZ KİMİNLE İTTİFAK YAPTIK?”
Mehmet Bey, siz nasıl yorumlar alıyorsunuz?
M.E: Muhafazakar basından herhangi bir soru ya da tepki gelmedi. Konuşmak için erken, roman yeni çıktı.
Son yıllarda beş yıldızlı otellerdeki iftarlarla birlikte sol ve İslam kelimeleri yanyana gelmeye başladı...
M.E: Elhamdülillah solcuyuz! Böyle diyorum çünkü bunun bir hikâyesi var, yeri gelmişken anlatmak isterim: 1969’da bir gösteriden sonra polis bizi bir yere sıkıştırdı. “Burada ne arıyorsunuz?” diye. Çeyiz dükkanıydı, yanımızda da iki kız arkadaımız var, dedik “Nişanlanacağız, onun için geldik.” Ellerinde coplar dövecekler... Baktılar, inansınlar mı inanmasınlar mı? Toplum polisi, beni sınamaya başladı. “Söyle bakayım, Müslüman mısın?” dedi. “Evet” dedim. Pat küt giriştiler. “Elhamdülillah Müslüman’ım diyeceksin oğlum” dedi sonra. Aradan geçti birkaç sene, tutukluyum. Adını vermeyeyim, ünlü bir sıkıyönetim savcısı var. Sorguluyor “Komünist misin? Söyle!” Komünistim desem yedi buçuk yıl! Demesem kuyruğu, kulakları indireceğim. Sonunda ben de “Elhamdülillah komünistim!” dedim. O yüzden şimdi bir şey dediğim zaman “Elhamdülillah” derim.
Biriniz sol kültürden diğeriniz ise siyasal İslam hareketinden geliyorsunuz ki bu iki kültür birbirine uzaktır hatta zıttır.
İ.E: İslamcı hareketler içine girdim ve yargılandım da... Mamak’ta ve 28 Şubat’ta İslamcı hareket davalarım vardı. Mehmet Bey ise ‘68 kuşağından. Ben ‘78... Aramızda 8-10 sene var. Hep şu dikkatimi çekmiştir. O yıllarda İslami Sosyalizm adı altında basılan kitaplar vardı. Ama sonra her iki taraf da bunu analiz etmedi. Kavga çıktı, İslam bir tarafa düştü Sosyalizm bir tarafa... Binlerce kişi öldü ve 12 Eylül’de de her şey küt diye kesildi. Burada şimdi kocaman bir soru işareti var. O gün, bugündür kimse bu lafları ağzına almıyor. Biz konuştukça yeni yeni ortaya çıkıyor.
Sizin yan yana gelmeniz bizim için iyimser bir tablo mudur?
İ.E: İslami çevre zamanla kapılarını liberalizme ve liberallere açtı, hatta onları öğretmen belledi. Sosyalizm ve sosyalist dünyanın ise kapitalist dünyaya bir itirazı var. Sosyalist vicdan var. Ben de diyorum ki “benim okuduğum Kur’an’ı okuyanların yeri Kapitalist dünya olamaz, bu mümkün değil. Bu en fazla Sosyalist dünyanın, Sosyalist vicdanın durduğu yer olabilir.” Hatta şöyle demesi gerekir: Son iki yüz yılda ben dünyada yoktum, tarihten çekilmiştim. Sol biz yokken kapitalizme itirazda bulunmuş, sağ olsunlar, hadi şimdi kaldığımız yerden devam edelim!
M.E: Sosyalistler Sosyalist, Müslümanlar Müslüman... Kutsallığını bir kenara koyarak konuşursak, dinler, en saf biçimiyle yoksulların mutluluğu için öngörülmüştür. Bütün dinler hep ezilenlerin ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Geriye doğru götürürseniz bu vicdanla ilgilidir. Biraz önce İhsan Eliaçık, Müslümanlar açısından kimlerle ittifak yaptığını söyledi. Peki, biz solcular kiminle ittifak yaptık Allah aşkına? Örgütlenmek önemlidir, sadaka kültürüyle olmaz diyen biriyle, kapitalizmle Müslümanlık bir araya gelemez diyen biriyle bir solcu pekala yan yana gelebilir. Ayrıca dini sadece bu muhafazakar denilen kesime bırakırsak eğer din Orta Anadolu, ataerkil bir yoruma indirgenir ve onlar her zaman dini sosyalizmin önüne bir duvar olarak ortaya koyar. Oysa bu ilişki çok rahat kurulabilir. 1965-68’lerde Türkiye İşçi Partisi’nin yoğun olarak oy almış belli bölgeler vardır. Bu bölgelerde daha sonra Milli Selamet Partisi büyük oy aldığını görürsünüz. Yani burada bir muhalefe var ve bu muhalefet sınıfsal bir konuma sahip. Hangi cepheden açılırsa, hangi kanaldan akarsa oradan kendini ifade etmeye çalışan bir muhalefet. Oysa şu an ortalık zengin muhafazakârlara kalıyor. Muhafazakârlar elbette çoğu konuda kapitalist zenginlerden hiç farkları yok. Allah inancı bir anda ikinci plana düşebiliyor. Mesela onların en çok dehşete düştükleri an, “paranı biriktirme, ihtiyacıdan fazlasını dağıt dendiği” an ortaya çıkıyor.
İ.E: O yüzden ben de onlara şöyle diyorum:İş yerinizde mescit açmakla ve işçilere iftar ve sahur yemeği vermekle kapitalizme alternatif olamazsınız. Bu kapitalizme alternatif olmak değil sadece abdest aldırmaktır.
Mehmet Bey, yoksa kaderimi mi çizdiniz?
Romandaki Hasan Hoca bazı özellikleri ile İhsan Bey’den farklı. Okurken bu farklılık size ne düşündürttü?
İ.E: Romancılar bir kahraman yaratırlar ve onların kaderlerini çizerler. Evlendirirler, boşandırırlar hatta öldürürler. Hasan Hoca, emekli bir profesör... Ben değilim. Bu benim bilinçli bir tutumumdu ama. Sivil alanda kalmak istedim. Sonra Hasan Hoca evli de... O yüzden okurken bir ara “Mehmet Bey kaderimi mi çiziyor yoksa” bile dedim. Sonunda da bir sürpriz var zaten.
M.E: Romanda Hasan Hoca’yı evlendirdik ama belki de şimdi sırada ona ilham veren İhsan Eliaçık vardır kim bilir!

Helmut Ortner: ‘Naziler bitti, artık prezentabl faşizm var’


Bundan 60 yıl önce Almanya’da kendi halinde bir marangoz, dünyanın en güçlü diktatörü Hitler’i tek başına devirmeye kalktı. O’nun hikâyesini anlatan yazar ise bugün başka türlü bir faşizm tehlikesi olduğunu söylüyor...
 
Georg Elser, 8 Kasım 1939'da Hitler'e yönelik ilk suikastı düzenledi. Asıl mesleği marangozluk olan Elser, Hitler'in Münih’teki bir birahanede konuşma yapacağını öğrenince, oraya kendi elleriyle bomba yerleştirdi. Ancak Hitler olay mahallinden 27 dakika önce ayrıldığı için saldırı başarısızlıkla sonuçlandı. Ve marangoz Elser, 9 Nisan 1945’te Dachau Toplama Kampı’nda kurşuna dizildi. Yıllar boyu dilden dile anlatılan hikâyesi ise, yarım asır sonra roman haline geldi.Romanın yazarı Helmut Ortner ile Hitler faşizmi, milliyetçilik, Almanya’nın soykırımla yüzleşme süreci ve günümüzdeki yeni faşizm tehlikesi üzerine konuştuk...
-‘Hitler bir Alman toplumu yarattı’ ya da ‘Alman toplumu içinden Hitler’i çıkardı’. 1940’ların Almanyası için sizce hangisi daha doğru?Hitler yeni bir toplum yaratmaya çalıştı, ama ıskaladı bu hedefini. Naziler başlangıçta havaya girmişlerdi. Çünkü aslında şartlar onlar için çok müsaitti. Almanlar otorite istiyordu. Ve başlangıçta bu yeni rejim onlara iyi geldi. Yenilgi sonrası ayağa kalkmak gerekliydi. Bu da kötü bir şey değildi. Vatanseverlik, çok çalışma ve kalkınma fikri kabul gördü. Ama zaman geçtikçe bunun nereye vardığını hep birlikte gördük. Baştaki liderler insanları kandırdı demek istemiyorum. Sanki insanlar da buna inanmak ve güçlü bir liderin peşinden sürüklenmek istiyorlardı.
-İnsanlar doğaları gereği, faşizme, otoriterliğe meyilli mi diyorsunuz?Hepsi. İstisnalar var, ama genelde öyle. Çerçeve daraldıkça, bilgi ve eğitim düzeyi düştükçe otoriteye özlem artıyor. Aydınlanma azaldıkça ve dinin hâkimiyeti arttıkça bir gücün ardından sürüklenmek kolaylaşıyor.
-40’lı yıllarda ulusu ayağa kaldırma fikrinin nasıl kolayca biçim değiştirdiğinden bahsettik. Buradan milliyetçiliğin her koşulda zararlı ya da tehlikeli olduğu sonucunu mu çıkarıyorsunuz?Milliyetçiliği her zaman tehlikeli buluyorum. Ama bir istisna var: Diğerlerinin de haklarını tanıyarak onlarla beraber yaşayabilen milliyetçiliği bunun dışında tutuyorum. Yugoslavya örneği, milli, dini ve etnik duyguların harmanlanmasıyla, komşunun komşuya nasıl düşman olabileceğini gösterdi. Ben özellikle dinin milliyetçilikle birleştiğinde felakete neden olabileceğini düşünüyorum.
‘SUÇLULUĞU SAKLAMAK BÜYÜK UTANÇ’
- Almanlar tüm yaşananlardan sonra nasıl atlattı travmayı?Her şeyden önce şunu bilmek lazım: Hitler döneminden sonra kurulan Hıristiyan-demokrat Konrad Adenauer hükümeti, gerçek suçluları cezalandırmadı. Farklı siyasal görüşlerine rağmen koca bir toplum, el birliğiyle yaşananların üstünü örtmeye, ‘yeni bir sayfa açmaya’ çalıştı. 70’lerde sosyal demokrat Willy Brandt hükümeti döneminde yüzleşmenin ilk adımları atıldı. 68 hareketinden 70’lere uzanan süreçte gençler ‘Babalarımız, dedelerimiz o dönemde ne yaptı?’ diye sormaya başladı. Bu bir ilkti. Birçok ailede babalar ve oğulları karşı karşıya geliyordu.
-Almanlar için nasıl geçti bu dönem? Zorlukları neydi?En başta utanç vardı. Suçlu olduğunu bilmek ve üstelik bunu bir süre saklamaya çalışmak… Savaş başlatmış olmak, Yahudi soykırımı, insanların mallarını gasp etmek, Almanlık kibri, yani utanç, utanç, utanç... İlk zorluk bu utancı aşmaktı.
'HİTLER FAŞİZMİNİ ALMAN ŞİRKETLERİ DESTEKLEDİ'
-Peki toplumda yüzleşmeye itiraz eden hiç mi yoktu? ‘Biz Yahudilere soykırım yaptık ama bunu hak ettiler’ diyen; gerekçeler, bahaneler üreten kimse yok muydu?Vardı elbette. Her toplumda olduğu gibi Alman toplumunda da örtülü faşistler vardı. Bunlar başlarda, toplumdaki utanç nedeniyle susmayı tercih etti. Ama bugün artık Almanya’da faşist parti hiçbir yerde oy alamıyor. Sağ partiler bile o dönemle yüzleşebildi. Hatta Almanya’da tam da bugünlerde konuşulmakta olan şey, bankaların ve büyük şirketlerin Hitler dönemindeki rolü.
-Hangi şirketler destekledi mesela Hitler faşizmini?
Siemens, Deutsche Bank, BMW, Hugo Boss...
-Alman Şair Brecht’in Hitler'in bir fotoğrafı üstüne yazdığı dörtlük geldi aklıma: ‘Az kaldı dünyayı fethedecekti bu/ Halklar onun üstesinden geldi/ Ama sevinmeyin hemen çünkü/ Onu doğuran karın bugün hâlâ verimli’ Büyük Alman şirketlerinin Nazi geçmişleriyle hesaplaştıklarını söylemesi size yeterli geliyor mu? Hitler’i doğuran karın, yani sermaye sınıfı, bugün yine aynı şeyi yapamaz mı?Bu bir ihtimal ama bunun üzerine yorum yapmak istemem.
'HİTLER’E PSİKOPAT DEMEK KOLAYCILIK'
-Kurumlardan bireylere geçelim: Marangoz Georg Elser karakteri bir aykırılık, bir sapma mı? Elser, toplumun büyük çoğunluğu Hitler’i desteklerken birden ortaya çıkan bir kahraman mı?Kesinlikle! Akıntıya karşı giden gerçek bir kahraman. Hitler’in doğal antagonisti diyebiliriz.-Ya Hitler? Peki O, tarihte bir kaza mıydı? Yoksa belirli toplumsal koşullar mı O’nu üretti?Hitler’i bir çılgın olarak nitelemek işin kolayına kaçmak olur. Hitler’e yaklaşmaya, onu çözmeye çalışan pek çok kitap var. Onun ırk manyaklığı, uçuk fikirleri, ‘loser’lığı ve trajik hali karikatürize ediliyor. Ama asıl mesele bu adamın nasıl koskoca bir toplumu arkasına katıp yürüdüğü. Hitler’den bağımsız olarak da bu mesele önemli. Mesela Berlusconi için de aynı şey geçerli. O da trajik bir figür, normal değil.
-Başka?George Bush, Sarkozy... Hayatta karşılaştığımız zaman o kadar yadırgamadığımız, ama güç sahibi olmasına şaşırdığımız insanlar bunlar. Hümanist duyarlılıklar, entelektüel düzey vs. hiçbirinde yok. Siyasi güç için bu saydıklarım bir ölçütse, hiçbiri yok onlarda. Belki kitleleri etkilemek için farklı şeyler gerekiyordur.
‘PREZENTABL FAŞİZM DAHA TEHLİKELİ’
-Bugün, neo-nazilerin 40 yıl sosyalizmle yönetilmiş Doğu Almanya’da, Batı’ya göre nispeten daha popüler olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?Bence sayıları çok az. Faşist parti NPD’nin temsil ettiği bir kesim yok artık. Morukların oluşturduğu birkaç bin kişi... Ama bir de tribünlere bakın. Orada aşırı sağcı, fanatik bir kitle var. NPD artık nostaljik bir öğe. Aşırı sağcı tepkiler bugün farklı biçimlerde açığa çıkıyor. Evet, aşırı sağcılık var. Mesela neo-liberal muhafazakârlık bence çok daha önemli bir sorun. Çünkü onların etki alanları daha büyük. NPD’liler pasif ve geri çekilmiş durumda. Hâlbuki neo-liberal muhafazakârlar etkili pozisyonlardalar. Toplumun içindeler, marjinal değiller. Örneğin Hollanda’da, Fransa’da, İsviçre’de, Avusturya’da bunlar normal, beyaz yakalı, zengin yurttaşlar. ‘Loser’ değiller. Medyada etkileri var. Salona uygunlar. Ve bu çok daha tehlikeli.
-Almanya medyası ısrarla, sosyalist Doğu Almanya mirasıyla bugünün neo-nazi gençleri arasında bir bağ kurmaya çalışıyor. Böyle bir ilişki yok mu sizce?Yanlış. Neticede Doğu Almanya eyaletlerinde bugün hâlâ sosyalistler iktidarda. Ama enteresan olan aşırı sağcıların çok genç insanlar olması. Hitler dönemiyle ilgili derinlemesine bilgileri yok. Apolitikler, işsizler ve hayatta başarılı olamayacaklarını biliyorlar. Bu sınıfsal bir mesele. ‘İşsizsem neden mevcut partileri beğeneyim ki’ diyen genç bir nesil var. Ya Korsan Partisi’ni, ya anarşistleri, ya kiliseyi, ya tuttukları futbol takımını ya da faşist partiyi destekliyorlar.
-Almanya toplumu Hitler dönemiyle hesaplaştı ama bugün Merkel’in çok kültürlülük politikalarından uzaklaştığını görüyoruz. Hatta “Almanya’da entegrasyon projesi çöktü” dedi…Siyasetçiler bazen, bazı şeyleri söylemeleri gerektiği için söyler. Çok kültürlülük Almanya toplumunun bir gerçeği ve Merkel de elbette bunu biliyor. Sadece o an öyle söylemesi gerektiği için bunu söyledi. Ha keza, Türkiye Başbakanı Erdoğan, Dortmund’da kendisini çılgınca alkışlayan 10 bin Türkiyeliye başka, Berlin’de Merkel’e başka konuştu. Bu işler böyle.
-Güzel bir sohbetti, teşekkür ederim.Ben teşekkür ederim, Türkiyeli okurlara selamlar.