roman cümlesi

"İnsan hayatı, okunması gerekli kitapların yanında çok, ama çok kısadır. İyi bir okuyucunun okuyabileceği kitap sayısı iki, üç bini geçmez. Bu nedenle asla rastgele okumamalıyız. Ben kitap değil, yazar okuyun derim." (Mehmet Eroğlu)

27 Şubat 2012 Pazartesi

Genco Erkal: Politik Tiyatronun Yeniden Gündeme Geldiğini Hissediyorum

Genco Erkal bu kez “Ben Bertolt Brecht”le karşımızda. Erkal’la biraraya gelerek hem yeni oyunu hem de son günlerde tiyatro dünyasında yaşananları konuştuk.


Röportaj: Murat Şevki Çoban - Taraf

Dostlar Tiyatrosu, Ben Bertolt Brecht adlı yeni oyunuyla, savaş, savaş sonrası yıkım, adalet arayışı, kadının düzen içindeki yeri gibi netameli konuları kabare ortamında, eğlenceli bir dille sahneye taşıyor. Genco Erkal ve Tülay Günal’la Ben Bertolt Brecht’i ve politik tiyatronun günümüzdeki durumu hakkında sohbet ettik. Tabii Şehir Tiyatroları’nın “halkın parasını çarçur etmesini,” yıkılması gündemde olan Muammer Karaca Tiyatrosu’nun son durumunu konuşmamak da olmazdı.
Brecht dev bir külliyat bıraktı ardında. Siz bu oyunu nasıl hazırladınız?
Oyun daha çok şiir ve şarkılardan oluşuyor, ama aralarda öyküleri de var. Bağlamak için oyunlardan küçük küçük parçalar giriyor. Kabare olduğundan şarkılar ağırlıkta. Ben üç bölüme ayırıyorum; başlangıcında dünyanın düzeni ve insanlar arası ilişkiler, sonra kadının bu sınıf toplumundaki yeri, kadının alınıp satıldığı düzen üzerine bir bölüm var, son bölüm ise savaşla ilgili.
Savaş, savaş sonrası yıkım, adalet arayışı, kadının bu düzendeki yeri... Kâğıt üzerinde çok netameli duran konuları kabare olarak eğlenceli bir dille sahneye taşımakla hedeflenen etki ne?
Brecht büyük bir mizahçıydı. Hiçbir şeyi komik olsun diye yazmamış, ama çok komik. Hayata eleştirel bir bakış sunduğu için, ister istemez o bakış gülmece unsuru içinde belirleniyor. En ciddi konuları anlatırken bile muzip ve haşarı bir çocuk bakışı var. Bu işimize çok yaradı. Biz de didaktik ve ders veren bir tavır takınmıyoruz.

Oyunda pek çok çevirmenin imzasını görüyoruz. Bu kadar fazla çevirmenle ortak bir dil yaratmayı nasıl başardınız?
Bütün çevirileri gözden geçirip en yakın olanları aldım. Ama onları da dramaturji çalışması yaparak ortak bir dilde buluşturdum.

78’de Brecht Kabare vardı; 86-87’de Ben Bertolt Brecht, yine Zeliha Berksoy’la birlikte. Şu anda sahnelenen metin diğerlerinden nasıl bir farklılık içeriyor?
Genel olarak şiir ve şarkılardan oyun yapma fikri hepsinde var. Parçalar, kurgu değişiyor. Güncel olan olaylar öne çıkıyor. Bu sefer ilk defa Tülay’la, yeni bir yorumcuyla birlikte bambaşka bir yorum yakaladık.

Brecht, “Kahramanlara ihtiyaç duyan ülkelere yazıklar olsun” demişti. Günümüzde tiyatro yapmak dahi kahramanca bir iş olarak algılanıyor. Beri yandan, 40 yılı aşkın bir süre boyunca politik tiyatro yaptığınız için veya bugün Brecht’in sözlerini sahneye taşıdığınız için siz de kahraman addediliyorsunuz. Bu ironiyi nasıl yorumlarsınız?
Ben hiç kendimi öyle görmüyorum. Ama biz artık parmakla gösterilen dinozorlar olarak kaldık, politik tiyatro yapanlar. Bir AST bir de Dostlar Tiyatrosu kaldı. Yeryüzünde de azaldı. Şimdi Batı’da yeniden bir canlanma var; Körfez Savaşı veya Guantanamo gibi olaylar yeniden bunları eleştiren yazarlar kuşağı doğurdu. Yeniden politik tiyatronun gündeme geldiğini hissediyorum.

Tiyatronun toplumu değiştirme gücü demişken, siz de defaatle sanatçının ve aydının, belki Sartre dönemindeki gibi toplumsal sorumluluğu olduğunu vurguladınız. Bugün, hâlâ ve inatla aynı şeyi söylüyor musunuz?
Özellikle bugün. Çünkü toplum o kadar sustu ki... Herkes “dinleniyorum” diye korkuyor. Asıl bugün konuşmak lazım.

Bu bağlamda Brecht’e başvurmak önemli olabilir: “Baskının arttığı günlerde karar verdi bizimki/ ekmeğinden olmamak için/ ağzını sıkı tutacaktı.”
Bu oyundaki en sevdiğim bölümlerden biri. Daha oyun başlarken “Ben oyun yazarıyım. İnsanların nasıl alınıp satıldığını gördüm/ insan pazarlarında” diyor. Şimdi insanların insan pazarlarında alınıp satıldığı bir dönemde yaşıyoruz.

Türkiye’de siyasî iklim her geçen yıl değişiyor, ama sosyolojik yapı da bir hayli değişti. Bu bakımdan politik tiyatronun bu süreçteki seyrini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her on yılda bir bizde darbe gibi büyük değişiklikler oluyor. Herkesin küçümsediği 27 Mayıs’ı eleştirmemek olmaz, ama getirdiklerini de saymamız lazım. Tiyatro için Rönesans dönemiydi. O güne kadar yasaklı olan düşüncelerin ortaya çıkması 27 Mayıs Anayasası sayesinde oldu. Nâzım Hikmet basıldı, Brecht Türkiye’ye geldi. 70’li yıllar bu aydınlanmanın sonucu müthiş bir faaliyet yoğunluğu ve beraberinde tiyatro yükseliyor. 80’de tank geçmiş gibi her yeri silip süpürüyor. Sonra her şeye yeni baştan başlıyoruz ama öyle bir toplum yaratılmış ki evde kitap bulundurmak bile en tehlikeli olay.

Tiyatro açısından bakarsak, Asaf Çiyiltepe, Orhan Asena, Vasıf Öngören... Politik tiyatroda yerli yazar ve sahne insanı azlığı mı var?
Bütün bu politik gelişmelerin dışında televizyonun gelmesiyle ülke büyük bir darbe yedi. Arkasından video, CD, bilgisayar hep tiyatrodan çaldı. Buna bağlı olarak yazarlar da televizyona kaydılar.

İdealizm mi eksik?
Öyle bir kuşak yetiştirildi ki “sen sadece kendi çıkarını düşün, memleketi kurtarma, kendi paçanı kurtar.” Öyle olunca idealizm falan çağ dışı kalıyor.


Muammer Karaca’yı otel yapacaklardı

Şehir Tiyatroları’nda yaşanan son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef o çevreler her zaman sanatımızın, tiyatromuzun, sinemamızın başına dert oldu. 1960’da Sezuan’ın İyi İnsanı ilk oynadığında gene oralardan “Bu oyun yasaklanmalıdır” diye bir ses çıktı. Taşlı sopalı saldırdılar zaten prömiyer gecesi. Çünkü üç tanrı var orada. Böyle bağnaz dindarlar her dönem vardı; bundan iki yıl önce Kumbaracı50’nin başına geldi. Şan Tiyatrosu’nu yaktılar. Ne yapacakları hiç belli olmaz, acayip bir güç var orada. Şimdi de belediyeye çatıyorlar. Oynanan oyunlar da dünyanın her yerinde oynanan oyunlar. Hiçbir yerde batmamış da burada o çevrelere batıyor. Çünkü hepimizin ırzını ve namusunu onlar koruyacak; onlar olmasa ahlak kalmayacak.

Muammer Karaca Tiyatrosu’nun yıkılması gündemdeydi. Son durumu nedir?
Buraya beş yıldızlı bir otel yapıp üst katına 360 derece panoramik bir restoran açılması düşünülüyordu. Birilerine peşkeş çekilecekti. Yasal hiçbir engel kalmamıştı. Ama altımızda Tribunal diye Fransızlara ait bir yer var. Tarihî eser olduğu için onu yok etmek mümkün değilmiş. Osmanlı’nın son döneminde gayrimüslimler orada yargılanırmış çünkü. Fransızlar durdurmuşlar. Şimdi burada öyle bir inşaat yapılamayacak. Ama yönetim anlayışı korkunç. Şimdi Kutlu Doğum Haftası yaklaşıyor. O bir ay boyunca sabah dokuzda müftülüğün, öğleden sonra diyanetin etkinlikleri olacak, akşamları başka bir şey. Onun dışında sürekli anma geceleri düzenleniyor. Hâlbuki burası tiyatro. Hem de Ses Tiyatrosu’ndan sonra Beyoğlu’nun en eski ikinci tiyatrosu. Bu çok amaçlı salon hikâyesi var, belediye de bunu siyasî rant olarak kullanıyor. Yakında sünnet düğünü yapacaklar burada herhalde. Tiyatrolar maalesef üvey evlat.


‘Keşke tekrar çalışabilsek’ demiştim

Daha önce Simyacı’da birlikte rol almıştınız. Yollar nasıl tekrar kesişti?
O zamanlar yolun çok başındaydım, okul gibi olmuştu. Beş altı ay önce Genco Erkal’ı Nereye Gidiyoruz’da izledim ve “Keşke tekrar çalışabilsek” demiştim. 10 gün geçmeden Genco Erkal bu proje için aradı. Tiyatroda şarkı söylemek benim için çok özel bir durum, o yüzden uçtum.

Sizin Brecht’le muhabbetiniz nasıldı?
Ben de Brecht’e uzak bir oyuncu değilim. Okul yıllarımda da, sonrasında da pek çok oyununda rol aldım. Brecht’in oyunculuğunda da tatlı bir yan, bir mesafe vardır oyuncu ile rol arasında. Bu, daha dramatik oyunlara nazaran benim çok keyif aldığım bir şeydir.

Müzik geçmişinizin sahneye katkısı nasıl oldu?
Bu parçalar çok caza yatkın parçalar. Ben cazla tiyatronun hep birbirini desteklediğini düşünmüşümdür. O yüzden çok keyif alarak söylüyorum şarkıları.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Eve Arnold: Beyaz Kadının Kara Hakikati Arayışı


Fotoğrafçılarla ilgili hikâyeler bitip tükenmez. Gerçeğin, hakikatin tutumunu belgelemeyi görev edinmiş o cesaret timsalleri, fotoğraf çekerlerken şu malum ‘basın mensupları’ konulu karelerin çok ötesinde bir şeyi anlatırlar; onlar, haber fotoğrafçıları, insanlık ulusuna mensup, muktedire değil hakikate taraf, evrene dair üçüncü gözlerdir. Üstelik ne sesleri vardır, ne kalemleri, tek bir fotoğrafla, sayfalara dökülecek o hakikati, bütün o savaşların, acının orta yerinden haykırıverirler…
Yukarıdaki fotoğrafa iyi bakın; zeminin üstünde, size hiç de ‘konforlu’ ya da ‘ergonomik’ gelmeyen biçimde duran o kadının, yüzündeki o çizgilerin her biri hakikatin omzuna yüklediklerinden ibaret. Şimdilerde, fotoğrafçılığı bir kameraya sahip olmaya eşdeğer görenler için, bu fotoğrafın ifadesi yalnızca bir ‘karizmatik an’ olabilir.
Oysa Eve Arnold, insanlığın ta kendisiyle sınavında, hepimize notu veren, objektiflerin subjektif ve kamusal yarar odaklı olduklarında da değerli olduğu zamanların temsilcisi olarak orada duruyor. Her bir kırışıklığında, her bir çizgisinde, hakikatin izini taşıyor. Bizeyse o ömre ve o ömre sığan fotoğraflara bakış atmak kalıyor.
Eve Arnold’un 100 yıllık ömrü 1912 Nisanı’nda, Philadelphia’da dokuz çocuklu ailenin kızı olarak başlamıştı. Annesi ve babası Rus musevilerdi. Babası, iyi eğitim görmüş biri olmasına rağmen, Eve’in çocukuğu yoksulluk içinde geçti. İki dünya savaşı, onlarca savaş, az da olsa barış gören Arnold’u önemli kılan detaylardan biri de Magnum Fotoğrafçıları’nın ilk kadın üyesi olmasıydı. Amerika’da merak saldığı ve New York’taki Yeni Sosyal Araştırmalar Okulu’nda Alexei Brodovitch eşliğinde öğrendiği fotoğraf sanatı Arnold’un hayatının hep ortasında durdu.1 Oysa fotoğrafçılığa başlaması fazlasıyla garip bir öykünün sonucuydu.
Eve Arnold tıp okumaya heves etmişti; ancak erkek arkadaşının ona aldığı kamera hayatında çığır açtı. Fotoğrafa ilişkin ilk tecrübelerini bu kameranın ardından gelen süreçte edindi. Bir bakış açısı vardı elbette; ama bu kendisinin de belirttiği üzere sınırlı bir bakış açısıydı.


Irkçılığın ve Yoksulluğun Ortasında

İlk fotoğraf çalışması, ırkçılığın dorukta olduğu yılların Amerika’sında bir Afro-Amerikan defilesiydi. Bu çalışmasıyla, Magnum Photos’un ve Henri Cartier-Bresson’un ilgisini çekecekti.
Batı’nın Arap Dünyası’nı çok uzak gördüğü bir zaman diliminde, 1960′ların sonunda başlayan bir süreçte Arnold, Arap Dünyası’nı, Arap ülkelerindeki günlük hayatı ve iktidar ilişkilerini inceleyen bir foto-belgesel çabasına girişti. Keza, çalışmaları arasında Amerika’daki Siyahların mücadelesine de önemli bir yer ayırmaktaydı. Nitekim, Malcolm X’le ve Kara Panterler’le ilgili hatıralarını anlatırken şunları söylüyordu:


Siyahi Müslümanlar beyaz basını aşağılık bulurlardı; bu yüzden ancak bir yılda içeri girebildim. Bir film yapımcısı aracılığıyla, Louis Lomax adlı bir ‘arabulucu’dan haberim olmuştu. Bir öğle yemeğinde buluşmak ve haberi konuşmak üzere sözleştik. Lomax tam iki saat gecikti, geldiğinde kendine bir içki aldı ve bana bakıp, benim Müslümanlar hakkında bir haber yapmak istemediğimi, tek istediğimin siyahi bir adamı yatağa atmak olduğunu söyledi. Öfkeyle yerimden kalkıp, çıktım. Peşimden geldi ve bunun bir test olduğunu söyledi; istediğim buluşmayı 1.000 dolar karşılığında ayarlayacağını ekledi. Ödemeyi yaptım ve böylece Siyahi Müslümanların arasına girebilmem sağlanmış oldu.2


Bir fotoğrafçı olmasının yanı sıra, siyahların dünyasında hakikati arayan bir kadındı. Bu onu hep ‘şüpheyle bakılan biri’ konumunda bırakıyordu. Herkesin kafasında onunla ilgili soru işaretleri vardı. Oysa o, kendi soru işaretlerinin peşinden koşmaktan başka bir şey yapmıyordu. Evrenin iktidar ilişkilerinin ona ‘zayıflığı’ olarak sunduğu her şeye dair sorularından şöyle bahsediyordu:

Aynı tema işlerimde birden fazla kez görülebilir. Ben yoksuldum, yoksulluğu belgelemek istedim, bir çocuk yitirdim ve kafayı doğuma taktım; siyasete ilgim vardı ve siyasetin hayatlarımızdaki etkisini görmek istedim, bir kadınım ve kadınları bilmek istedim.3


Hayatı Öğrenme Biçimi Olarak Fotoğraf

Kısacası, onun hakikatle ilişkisi ‘görev icabı’ değildi. Hayatın ta kendisiyle savaşırdı ve ondan ‘öğrenme’ yöntemi fotoğraftı. Fotoğrafı birilerini eğitme yahut onların üstünde otorite kurma enstrümanı olarak kullanmadı; fotoğraf onun için yalnızca üstüne düşünülecek bir uğraş değil, bir şeylerin üstüne düşünme biçiminin ta kendisiydi.
Arnold’un neler yaptığına baktığımızdaysa ortaya Marilyn Monroe’nun fotoğraflarından, Amerikan First Lady’lerinin portrelerine kadar birçok özel iş geliyordu. 1979′da Çin’e gitti; ardından Küba’ya gidip otuz yıl önce fotoğrafladığı ailenin yeni kuşaklarının fotoğraflarını çekmesi hayatındaki güzel rastlantılardan biriydi. 1980′de Brooklyn’de ilk sergisini açtığında artık altmış sekiz yaşını görmüş bir fotoğrafçıydı.
Kraliçe Elizabeth II, Senatör Joseph McCarthy, Jacqueline Kennedy, Malcolm X, Joan Crawford ve Marilyn Monroe gibi isimlerin yanı sıra ‘sıradan’ olarak adlandırılan, ama ‘imaj yapım çalışmaları’na maruz bırakılmamış insanlar çekti; onlar için uzaklardaki ülkelerde yaratılan imajları alt üst etti.
İnsanlık tarihinin bütün ötekilerinin üzerine örtmekte bir an olsun tereddüt etmediğimiz, Yıldırım Türker’in “yüzündeki sinekleri kovmaktan vazgeçmiş sümüklü bebekler” olarak algıladığımızı yüzüne vurduğu o insanların ‘ânları’nı haberleştirdi. Acıların uzaklaştırılmasına değil, onların dibimizde olduğuna ikna etmeye çalıştı bizi.
Kadının Erkten Sıyrılan Gözü
Kadınların fetişize edildiği dünyada, kadın gözüyle kadınları çekebilme şansı vardı. Fotoğraflarındaki kadınlar da adamlar da o korkunç iktidarın cazibesinden uzaktalardı. Oysa, fotoğraflarıyla politika yaptığını görmek kolaydı. O siyah çocuğun ellerini iki omzuna dayamış güçsüzlüğü de Marilyn Monroe’nun masumiyetini de görebilecek kadar açık zihinliydi. Evren algısını sınırlara hapsetmemişti.
Beyazlığını da kadınlığını da asla birer ‘avantaj’ olarak kullanmadı. Fotoğrafladığı hakikatten kendini soyutlamadı, savaşın ‘egzotik’ yahut ‘oryantalist’ bir yorumu yerine, orada olmanın peşine düştü.
‘Ünlülerin arkadaşı’ olarak tanımlamak sanırım Arnold’u küçümsemek olur; fotoğrafını çektiği asrın insanlarından en çok Marilyn Monroe’yu sevdi. On yıl boyunca hayatını karelerle ifade ettiği o kadının radikalliğinin vesikasıydı işleri. Life, Esquire, Harper’s Bazaar ve Paris-Match gibi dergiler için foto muhabirliği yaptı. İrlanda’nın Sunday Independent gazetesi özellikle Monroe fotoğraflarının önemine şöyle değiniyordu: “10 yıl boyunca yakından fotoğrafladığı Marilyn Monroe’nun 1961 yılında başrolünü oynadığı “Uygunsuzlar” adlı filmin setinde çektiği kareler adeta bir başyapıt oldu. Bu film seti parlak kariyerlerinin başındaki iki kadının şöhrete attıkları ilk adımlarına sahne oldu.”

Tarihi sorduklarında, “Oradaydım,” diyebileceklerden biri olmanın yanı sıra, bir pişmanlığına rastlamadığımız sayılı hakikat tanıklarından biriydi. Doksan dokuz yaşında onu yakalayan ölüm, asırlık bir çınarı deviremedi. O tarihin ‘kalıcılaşması’ ve ders çıkarılır hâle getirilmesinin peşindeydi.

Kendiyle aynı adı taşıyan galeri sahibi Stephen White onun sosyal olarak önem arz eden, II. Dünya Savaşı sonrası dönem fotoğrafçıları arasında çok ciddi bir yere sahip olan bir fotoğrafçı olduğuna değiniyordu.
Sadece Londra’da 1996′da açılan retrospektifiyle bile 62 bin insana ulaşan ve aklımıza görüntüler kazıyan kadın, 20′ye yakın ödülden çok fazlasını, 20. yüzyılda kadın ve dürüst olabilme tecrübesini hediye etti hepimize, üstelik sözle değil, doğru anda doğru yerde ve en ‘güzel’ bakış açısına sahip olarak.
Onun fotoğrafını ve fotoğrafçılığını en iyi ifade eden belki de İtalya’dan Corriere Della Serra ise eşsiz gözlemciliğini öne çıkaran ifadesiydi : “Küba’da bir rom şişesinin ardındaki genç kızın dramatik yalnızlığını ya da Güney Afrika’daki bir grup Zulu kadınının umutsuzluğunu anlatacak kadar başarılıydı. Fotoğrafları hassas, derin ve duyarlı bir kadın bakışının zenginliğiydi. Ve bu bakış bazen sertleşse bile yumuşaklığını hiçbir zaman kaybetmiyordu.”

1) http://bit.ly/A1C22K.
2) Magnum Stories, s. 16.
3) Cape Jonathan, Eve Arnold, Unretouched Woman, 1976.

Sarphan Uzunoğlu - Mesele
(Mesele Dergisi’nin Şubat 2012 sayısında yayınlanmıştır.)

19 Şubat 2012 Pazar

Bir Bebek Evi


Hepimiz hayaller kurarız. Umutların, gerçek dünyanın arkasında yaşanmışlıkların kol gezdiği bahçelerde, benliğimizi bulmaya çabalarız. Hor görülmek ve ikinci planda kalmak insan ruhunu zedeler. Gerçek sen olmaktan çıkartır ve bambaşka bir yerde, farklı bir insan bedeninin içine sokar. Oysa ki gerçekten kendin olmak bu değildir.  Beynimizin bir köşesine hapsettiğimiz farkındalık bir gün ortaya çıkarsa neler olur? Cesaret edemediğimiz duygular hep bizi sıkıştırırken, bir de üzerine içinde yaşadığımız dünyanın yalan olduğunu öğrenirsek ne hissederiz?  Herkesin içinde taşıdığı ama bakamadığı küçük bir cep saati vardır. Bir gün o saatin yelkovanı gitmeyi gösterdiğinde, hangimiz arkada bırakır tüm geçmişi?
İşte böyle bir oyun Nora Bir Bebek Evi. Ruhların sıkıştığı bir hayatta, kendi benliğinin oyuncak olduğu bir zamanda, tüm yaşanmışlıkların üzerine çizgi atmak ve bir kadın olarak “Ben varım” diyebilmek.  Nora ve kocası Helmer’le olan ilişkileri üzerinden, kadının konumunun tekrar gözden geçirildiği muhteşem bir oyun.
“Yeni bir evrenin yaratılışına katkısı olanların başında geldiğim söyleniyor. Bense, tam tersine, yaşadığımız çağın birçok nedenden ötürü ancak bir takım yeni şeyler doğurabilecek, sona ermiş bir çağ olarak nitelenebileceğine inanıyorum”  diyor  Nora’nın yazarı Henrik Ibsen. 1829-1906 yılları arasında yaşamış olan Norveçli yazar, kendi çağından günümüze yazın eleştirmenlerince modern tiyatronun öncüsü olarak nitelendirilir ve tiyatro sanatında devrim yarattığı kabul edilir.
Ibsen'in Bir Bebek Evi'nin 1890'da Moskova Sanat Tiyatrosu'ndaki sahnelenişinden
Ibsen, ataerkil dinin etkisindeki burjuva ahlakına ve 19. yüzyılda ortaya çıkan burjuva çekirdek ailenin feodal düzenin kalıntısı olan ataerkil yapısına, kadının eş ve anne olmanın dışında toplumsal bir rolü, kimliği olmamasına karşı çıkar. Ibsen’in ilk dört düzyazı oyunu olan Toplumun Direkleri, Bir Bebek Evi,  Hayaletler ve Bir Halk Düşmanı’nda toplumsal modernleşme sürecinde bireyin, ekonomik ve siyasal olarak ilerleyen ama düşünsel olarak bireyin gerisinde kalan toplumsal kurumlarla (aile, din ve cemaatle) çatışması, aynı zamanda kapitalist düzenin ve ataerkil ailenin özündeki yanlışları irdeler.
Bir Bebek Evi Ibsen’in ilk modernist oyunlarındandır. Çünkü oyun tiyatroyla gerçeklik arasındaki ayna ilişkisini ve geçişkenliği yansıtan öğeleri içerir; hem Helmer’in kişiliğinde ve Nora’nın başkaldırısında ahlakı yerer, hem de modernliğin en belirgin toplumsal göstergesi olan kadının özgürleşme, bireyleşme sürecini konu eder.
Metin üzerinde araştırma yaparak ve farklı birçok İngilizce çeviriden yararlanarak Türkçe’ye kazandırılan Bir Bebek Evi, Agora Kitaplığı’ndan 2012 yılında çıktı.
“Yazıldığı günden itibaren hem feminist hem de sosyalist çevrelerde tartışma yaratmış bir oyun metnidir. Bir oyun karakteri olarak Nora da, kadın özgürleşme hareketinin bir sembolü olmuştur. Bu oyunun evrensel nitelikte olmasının bir sebebi de kuşkusuz erkek egemen sisteminin sorgulanmasının, eleştirilmesinin yanı sıra ‘namus, onur, şeref’ meselesini tartışmasıdır” diyor oyunun çevirmenleri Jale Karabekir ve Feride Eralp.
Oyunun  -özellikle kadın kahramanının-  yazıldığı günden bu yana sosyoloji, felsefe, psikoloji ve dramaturji açısından farklı şekilde ele alınması,  birçok sahnede farklı şekilde yorumlanması ve günümüzde de geçerliliğini koruması, bu oyunun tekrar okunması gerektiğini bize bir kez daha hatırlatıyor. Eğer hâlâ okumadıysanız ya da yeni çevirisiyle tekrar okumak istiyorum diyorsanız…
Hazel Güney
guneyhazel@gmail.com

17 Şubat 2012 Cuma

'Kayıp Mezar'ı önce savcı gördü


KCK operasyonu kapsamında gözaltına alınan Mizgin Müjde Arslan'ın Kültür Bakanlığı destekli filmi 'Kayıp Mezar'ı ilk izleyen savcı oldu





Mizgin Müjde Arslan'ın
derlediği 'Rejisör' Atıf Yılmaz
 İsimli Kitap
Pazartesi günü KCK'nın ‘kadın kollarına’ yönelik olduğu iddia edilen operasyonda gözaltına alınan Mizgin Müjde Aslan ve görüntü yönetmeni Özay Şahin, emniyetteki sorgularının ardından tarafından serbest bırakıldı. Savcılığa sunulan deliller arasında Aslan ve Şahin’in çektikleri ‘Kayıp Mezar’ filmi de vardı. Aslan ve film ekibi, senaryo gereği Mahmur’a gitmişlerdi. Bu yolculuk nedeniyle gözaltına alınan Aslan’ın Mahmur’a ziyaretlerinin çekim amaçlı olduğunun ispatı için, önceki gün filmin ‘kaba kurgu’ hali soruşturmayı yürüten savcıya sunuldu. 
Mizgin Müjde Aslan’ın kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak çektiği ‘Kayıp Mezar’, 31 Mart’ta başlayacak İstanbul Film Festivali’ne yetiştirilmeye çalışılıyordu. Kurgu aşamasında olan ve Kültür Bakanlığı’ndan da ‘senaryo geliştirme’ desteği alan film, Aslan’ın hiç tanımadığı babasının izini sürme öyküsünü anlatıyor. 
Derleyen: Müjde Arslan 

1981 doğumlu olan Mizgin Müjde Arslan’ın babası 1982 yılında PKK'ya katılmak üzere evden ayrılıyor. Bir süre sonra babasının ölüm haberi geliyor. Arslan, aradan yıllar geçtikten sonra babasının izini süren uzun metraj bir film yapma kararı alıyor. Bu projeyle bakanlığa başvuran Arslan’a 2010 yılında 10 bin lira ‘senaryo geliştirme’ desteği çıkıyor. Bu senaryoyu yazıp bakanlığa teslim eden Arslan, daha sonra projeyi belgesel olarak çekmeye karar veriyor. 
Film ekibi çekim yapmak için Arslan’ın babasının mezarının bulunduğu Mahmur’a gidiyor. Savcının bu ziyaretin sebebinin çekim olduğuna ikna olmaması üzerine, filmin yapımcıları kaba kurgudaki filmin bir kopyasını önceki gün savcılığa teslim ettiler. 
Bir dönem Dicle Haber Ajansı’nda sinema muhabirliği ve Gündem gazetesinden kültür sanat editörlüğü yapan Müjde Arslan, daha sonra Agora Kitaplığı'ndan çıkan ‘Rejisör: Atıf Yılmaz’, ‘Kürt Sineması: Yurtsuzluk, Sınır ve Ölüm’ ve ‘Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk’ kitaplarının editörlüğünü üstlenmişti. ‘Son Oyun’ isimli kısa filmiyle ulusal ve uluslararası yarışmalarda birçok ödül kazanan Arslan, ‘Nora’ ve ‘İkinci Adres’ filmlerinin ardından ‘Ölüm Elbisesi: Kumalık’ isimli bir belgesele imza atmıştı. Arslan, Bahçeşehir Üniversitesi’nde Sinema ve Medya Çalışmaları Bölümü’nde doktora eğitimini sürdürüyor. 

Oyuncu, görüntü yönetmeni, kurgucu ve yönetmen olarak sinemayla uğraşan Özay Şahin ise ilk uzun metraj belgeseli ‘Can Baz’la pek çok uluslararası festivalde yer aldı. Şahin, Mizgin Müjde Arslan’ın son filmi ‘Kayıp Mezar’ın görüntü yönetmeniydi.


Şenay Aydemir -  Radikal



16 Şubat 2012 Perşembe

Sinemacılardan KCK tutuklamalarına tepki!


Sinemacılar, yönetmen Mizgin Müjde Arslan ve görüntü yönetmeni  Özay Şahin’in tutuklanmasına karşı bir bildiri yayınladı: ”KCK adı altında gerçekleştirilen bu tutuklamaların Kürtlere yönelik siyasi operasyonlar olduğunu bir kez daha olanca açıklığıyla ortaya koymuştur…”
İSTANBUL – Yönetmen Mizgin Müjde Arslan ve görüntü yönetmeni Özay Şahin’in tutuklanmasına karşı sinemacılar bir bildiri yayınladı:
”Yönetmen, yazar ve akademisyen arkadaşımız Mizgin Müjde Arslan ve görüntü yönetmeni arkadaşımız Özay Şahin, 13 Şubat 2012 Pazartesi günü, KCK adı altında yapılan operasyonlar kapsamında gözaltına alındılar.
Filmleri, yazıları ve kitaplarıyla Türkiye sinemasına önemli katkıda bulunan, önceki filmleri ulusal ve uluslararası pek çok festivalde gösterilen arkadaşımız Mizgin Müjde Arslan’ın, babasının öyküsünden yola çıkarak yaptığı ve bu toprakların son 30 yıllık ortak acısını anlatan, barışa katkı sunabilecek önemli işlerden biri olan film projesi ‘Kayıp Mezar’ T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan da destek almıştı.
Oyuncu, görüntü yönetmeni, kurgucu ve yönetmen olarak sinema yapan Özay Şahin ise ilk uzun metraj belgeseli Can Baz ile pek çok uluslararası festivalde yer aldı. Şahin, Mizgin Müjde Arslan’ın son filmi ‘Kayıp Mezar’ın görüntü yönetmeniydi.
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in 26 Aralık 2011 tarihinden yaptığı açıklamayı unutmadık: ‘Şiirle, makaleyle, resimle terörü haklı gösteriyorlar’ diyen Şahin, açıkça sanatçıları ve her türlü muhalif düşünceyi hedef göstermiş, bugünlerin gelmekte olduğunu belli etmişti.
Mizgin Müjde Arslan’ın, Özay Şahin’in ve beraberinde pek çok insanın gözaltına alınması, KCK adı altında gerçekleştirilen bu tutuklamaların Kürtlere yönelik siyasi operasyonlar olduğunu bir kez daha olanca açıklığıyla ortaya koymuştur. Bugüne kadar kadın, erkek, genç, yaşlı binlerce insanın mağdur olduğu operasyonlarda, öğrenciler, siyasetçiler, gazeteciler, işçiler, akademisyenler ile birlikte artık sanatçıların da hedef alındığı aşikârdır.
Aşağıda imzası olan biz sinemacılar, toplumun her alanına yayılan bu operasyonlardan kaygı duyuyoruz. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in açıklamaları ertesinde şimdi de sanatçılara yönelen bu gözaltı ve tutuklamaları kınıyor, sinemacı arkadaşlarımız Mizgin Müjde Arslan’ın ve Özay Şahin’in derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz.”
Altyazı Aylık Sinema Dergisi, Ankara Uluslararası Film Festivali, docIstanbul Belgesel Araştırmaları Merkezi, Documentarist Uluslararası Belgesel Film Festivali, Filmmor Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, İşçi Filmleri Festivali, Sinesen, Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, Yeni Film Dergisi, Ahmet Gürata, Ahmet Soner, Alper Turgut, Alin Taşçıyan, Alişan Önlü, Aliye Uçar, Arin İnan Arslan, Aslı Filiz, Aslı Güneş, Aslı Özge, Ayça Çiftçi, Ayça Damgacı, Aylin Sayın, Ayşe Çetinbaş, Aziz Akal, Aziz Çapkurt , Azize Tan, Baran Seyhan, Barış Pirhasan, Belma Baş, Belmin Söylemez, Berke Baş, Berke Göl, Bingöl Elmas, Birsen Atakan, Burcu Aykar, Burçin S. Yalçın, Burhan Gün, Can Candan, Cem Öztüfekçi, Cemre Ceren Asarlı, Ceylan Özçelik, Cüneyt Cebenoyan, Çağdaş Günerbüyük, Çayan Demirel, Çiçek Kahraman, Çiğdem Kesik, Çiğdem Mater, Didem Şahin, Elif Bezal, Elif Ergezen, Elif Turhan, Enis Köstepen, Emel Çelebi, Erol Mintaş, Esin Küçüktepepınar, Evrim Kaya, Faruk Hacıhafızoğlu, Farhad Eivazi, Faysal Soysal, Ferit Karahan, Feryal Saygılıgil, Fırat Yücel, Filiz Gazi, Fırat Erdoğmuş, Gizem Soysaldı, Gökçe İnce, Görkem Yeltan, Gözde Onaran, Gülengül Altıntaş, Güliz Sağlam, Göktuğ Özgül, Hakan Aytekin, Hasan Özgen, Hande Çayır, Haşmet Topaloğlu, Hatice Kamer, Hikmet Yaşar Yenigün, Hüseyin Karabey, Hüseyin Kuzu, İnan Temelkuran, İlksen Başarır, İsmet Arasan, Janet Barış, Kazım Öz, Kemal Yılmaz, Kemal Öner, Kemal Alptekin, Kibar Dağlayan Yiğit, Koray Çalışkan, Koray Kesik, Leyla Neyzi, Lusin Dink, Nihan Katipoğlu, Nil Perçinler, Mahmut Fazıl Çoşkun, Medet Dilek, Mehmet Eryılmaz, Mehtap Doğan, Melek Özman, Melih Saraçoğlu, Melis Behlil, Melis Birder, Meryem Yavuz, Mert Fırat, Metin Avdaç, Murat Düzgünoğlu, Mustafa Temiztaş, Mustafa Emin Büyükçoşkun, Nadir Öperli, Nagehan Uskan, Necati Sönmez, Nergis Öztürk, Nesra Gürbüz, Nezahat Gündoğan, Nihat Kentel, Mustafa Ünlü, Müge Yamanyılmaz, Okan Arpaç, Onur Saylak, Orhan Eskiköy, Orhan Güneşdoğmuş, Oylum Bülbül, Ömer Tuncer, Önder Çakar, Övgü Gökçe, Özge Özdüzen, Özgür Doğan, Özge Akkoyunlu, Özgür Seyben, Özcan Alper, Özkan Küçük, Özlem Yıldız, Pelin Esmer, Pelin Turgut, Reyan Tuvi, Rakibe Karataş, Rodi Yüzbaşı, Sabite Kaya, Savaş Güvezne, Selin Gürel, Selen Uçer, Sema Bulutsuz, Semih Dindar, Semir Aslanyürek, Senem Aytaç, Senem Erdine, Senem Tüzen, Semih Kaplanoğlu, Seray Genç, Serdar Güven, Serdar Kökçeoğlu, Seren Yüce, Serkan Acar, Serkan Turhan, Serra Ciliv, Sevilay Demirci, Sevin Okyay, Seyfi Teoman, Seyhan Kaya, Sezgin Türk, Sibel Tekin, Soner Alper, Somnur Vardar, Şenay Aydemir, Tahsin İşbilen, Tarık Tufan, Tayfun Pirselimoğlu, Tolga Esmer, Tunca Arslan, Tül Akbal Süalp, Tülin Özen, Uğraş Salman, Veysel İpek, Yamaç Okur, Yasin Ali Türkeri, Yeşim Tabak, Yeşim Ustaoğlu, Zeki Demirkubuz, Zeynel Doğan, Zeynep Dadak, Zeynep Güzel, Zeynep Merve Uygun, Zeynep Ünal.
NTVMSNBC

15 Şubat 2012 Çarşamba

Endüstriyel çağda sanat eseri

Walter Benjamin’in Fotoğrafın Kısa Tarihi adlı kitabı, Agora Yayınları tarafından yeni baskısıyla yayımlandı. Kitaba adını veren makalenin yanı sıra, Benjamin’in ünlü, “Teknik Araçlarla Yeniden-Üretim (Çoğaltma) Çağında Sanat Eseri” adlı yazısı da eserde yer alıyor.


Frankfurt Okulu’nun Adorno, Horkheimer ve Habermas gibi ünlü ve önemli isimlerinden Walter Benjamin’in Türkçeye birçok yazısının çevrildiğini biliyoruz. Ahmet Cemal’in çevirisiyle Pasajlar (YKY), Yılmaz Öner çevirisiyle Parıltılar (Belge Yayınları), Ünsal Oskay çevirisiyle Estetize Edilmiş Yaşam (Dost Kitabevi), Nurdan Gürbilek’in sunuşuyla Son Bakışta Aşk (Metis Yayınları) ve Fotoğrafın Kısa Tarihi (İlk basımı: YGS Yayınları) Walter Benjamin’in dilimizde basılmış eserleri. Elbette, bu kitaplarda yer almış yazıların yayımlandıkları dergiler de var. Oğuz Demiralp’in Tanrı Bakışlı Çocuk Walter Benjamin Üzerine 49’a Parçalanmış Deneme (YKY) adlı Walter Benjamin üzerine kapsamlı çalışmasını da zikretmek gerekiyor. Benjamin hakkında Terry Eagleton’un Walter Benjamin or Towards a Revolutionary Criticism ile Julian Roberts’in Walter Benjamin’i de çevrilmeyi bekliyor. (Benjamin için geniş bir kaynakça Gürbilek’in ‘sunuş’unu yaptığı Son Bakışta Aşk’ın sonundaki “Türkçede Benjamin” bölümünde bulunabilir.)

Fotoğrafın icadı


Fotoğrafın Kısa Tarihi’nin Agora Yayınları tarafından yapılan yeni basımı, Osman Akınhay’ın çevirisi. Kitapta, Benjamin’in esere adını veren makalesinin yanı sıra, “Teknik Araçlarla Yeniden-Üretim (Çoğaltma) Çağında Sanat Eseri” adlı ünlü yazısı da bulunuyor. Bu iki makalenin yukarıda zikrettiğimiz eserlerden bazılarının içinde ve Türkçe olarak internet ortamında kolay erişilebilir halde bulunmasına rağmen yeniden kitaplaşması, özellikle sanat tarihi, sinema-televizyon ve fotoğraf bölümü öğrencileri ile ilgilileri için çok yararlı olacaktır.
    “Fotoğrafın Kısa Tarihi” başlıklı makale, daha çok deskriptif olarak fotoğrafın ortaya çıkış ve gelişme süreçlerinden söz ederken fotoğrafın icadının resim ve minyatür sanatını nasıl olumsuz etkilediğine de değinerek şu önemli tespiti yapıyor: “Ne ki, fotoğrafın gerçek kurbanı manzara resmi değil, minyatür portre olmuştur. Olaylar o kadar hızlı bir tempoyla seyretmiştir ki, 1840 gibi erken bir tarihte bile, sayısız minyatür ressamı -ilk başta yan bir uğraş olarak, fakat çok geçmeden sadece fotoğrafla iştigal ederek- profesyonel fotoğrafçıya dönüşmüştür.”
    Benjamin’in bazı fotoğraf okumaları da yaptığı bu bölümden sonra, kitabın asıl ağırlık taşıyan “Teknik Araçlarla Yeniden-Üretim [Çoğaltma] Çağında Sanat Eseri” başlıklı makalesi üzerinde durmak gerekiyor. Bu makalenin meselesi, mekanik araçlarla çoğaltmanın başlamasıyla birlikte, sanat eserinin ‘aura’sının (‘hâle’si), ‘şimdi ve buradalık’ının, ‘biriciklik’inin ve ‘sahicilik’inin (authenticity; metinde ‘hakikilik’ olarak çevrilmiş),  ‘zedelendiği’ ve ‘sönüp yok olduğu’dur. Bu makaleye ilişkin bazı yorumlarda sanat eserinin mekanik yeniden çoğaltmayla yitirdiklerinin, eserin ‘öz’ü olduğu öne sürülmüştür. Oysaki ‘zedelenen ve sönüp yok olan’, ‘öz’ değildir. Dolayısıyla sanat eserinde ‘sönüp yok olan’ değerler olsa da, o hâlâ sanat eseridir. Öyleyse ‘aura’dan veya ‘sahicilikten’ neyi anlamalıyız?

Sahicilik kavramı…


Bu makale konusunda Önay Sözer’in Türkiye Yazıları dergisinde (sayı: 4, Temmuz 1977) yayımlanan bir incelemesi, ilgili okur için konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilir. Sözer’in “Felsefe Açısından Sanat ve Teknoloji: Walter Benjamin’in Teknoloji Felsefesine Bakışlar” başlıklı makalesinde belirttiği gibi, ‘sahicilik’ten “ilk planda sanat yapıtının sanatçının kendi eliyle belli bir malzeme kullanarak yapılmış olması anlaşıl[malıdır]. […] Bizim bugünkü ‘sahicilik’ kavramımız, W. Benjamin’e göre, bütün bu belirlenimlerin toplam özünü gösteren ‘aura’ kavramından devşirmedir.”
    Her ne kadar ‘aura’nın yitimiyle sahiciliğin yok oluşu bir problem teşkil etse de, mekanik yeniden çoğaltmanın sanat tarihi bağlamında önemli bir işleve sahip olduğu göz ardı edilemez. Sanat tarihiyle ilgili herkesin, mesela Louvre Müzesi’ndeki ‘sahici’ Mona Lisa’yı görmesi söz konusu olamaz.
    Ayrıca Benjamin’in bu makaleyi 1935 yılında yazdığı hesaba katılmalı. Benjamin, mekanik yeniden çoğaltmayla sanat eserinin durumunu endüstri çağında tartışıyor. Bu tartışma post endüstriyel çağda sanat eserinin durumunu tartışmaya açmak için çok önemli bir başlangıç olabilir ancak. Öte yandan Benjamin’in konuya Marksist açıdan baktığını biliyoruz: Zira ‘aura’nın yitimini, kapitalist meta üretimine bağlıyor. Sanat eserinin metaya dönüşümünün ortaya çıkardığı sorunları irdelerken çoğaltmanın faşizmle olan ilişkisi konusunda söyledikleri de ayrıca tartışılmaya değer. 



FOTOĞRAFIN KISA TARİHİ, WALTER BENJAMIN, ÇEV: OSMAN AKINHAY, AGORA KİTAPLIĞI, 112 SAYFA, 10 TL

Sakine Korkmaz 
ZAMAN KİTAP

Objektifin arkasındaki hakikatler

Bazı fotoğrafçılar fotoğraf çekerken şu malum ‘basın mensupları’ konulu mizansenlerin çok ötesinde bir şeyi ifade ederler: Onlar insanlık ulusuna mensup, muktedire değil hakikate taraf, evrene dair üçüncü gözlerdir 



Bazı fotoğrafçılar fotoğraf çekerken şu malum ‘basın mensupları’ konulu mizansenlerin çok ötesinde bir şeyi ifade ederler: Onlar insanlık ulusuna mensup, muktedire değil hakikate taraf, evrene dair üçüncü gözlerdir. Üstelik ne sesleri vardır, ne kalemleri. Tek bir fotoğrafla, sayfalara dökülecek o hakikati, tüm o savaşların, acının orta yerinden haykırıverirler.

Bu haykırma görevini fotoğraf tarihine yazılacak biçimde benimsemiş olan bir ajans ise, bugün eline fotoğraf makinesi alanların hayali olmanın ötesinde, fotoğrafın tarihini de sırtında taşıyor. Magnum Fotoğraf Ajansı, tarihin belgelemekle yükümlü çocuklarının içine ihtiras, ideolojik ayrılıklar ve birçok delilikle bezenmiş hikâyesiyle Agora Kitaplığı tarafından yayınlanan Russell Miller imzalı Magnum - Efsanevi Fotoğraf Ajansının Hikâyesi isimli kitapta belki de bir itiraflar zinciriyle kendini açık ediyor.

Kitap daha önsözünde kendini anlatıyor. Ajansın konuşmayı kabul eden fotoğrafçılarının beyanlarına dayanan kitap, dışarıdan bu kadar “kutsal” ve “dokunulmaz” görünen bu fotoğraf çevresinin, kuruluş amacından günümüzdeki konumuna yolculuğunu tartışmacı olmak yerine gözlemci olmayı yeğleyen bir anlatımla sunuyor. Miller, konuşamadığı isimleri tartışmaya açık bırakırken, suçlayıcı bir tavıra izin vermiyor; ancak ajansın ekonomik yapısı ve yönetim politikalarına yönelik eleştirelliğini kitap boyunca hiç yitirmiyor.

Bilmediğimiz Magnum

100 yıllık ömrü 4 ocakta sona eren, Marilyn Monroe’nun fotoğrafçısı olarak bilinen Eve Arnold’un da dahil olduğu Magnum, 1947’de Robert Capa, David Seymour, Henri-Cartier Bresson ve George Rodger tarafından kurulan ajans bugün bile gazetecilik dendiğinde akla gelen ifade ve çalışma özgürlüğü gibi sorunlara çözüm olma iddiası ile kuruldu. Magnum’u kıymetli kılan ise efsanevi fotoğrafçıların şöhret ve prestijlerine sahip olmaları sürecinde onlara özgürlük ve çalışma alanı sağlaması oldu. Yine de bu özgürlük alanının, ajansın farklı dönemlerinde farklı yönetim politikalarıyla kısıtlandığını hatta mesleğin ve başarının yer yer etiğin önüne konduğuna da kitap boyunca sıkça tanıklık ediyoruz.

Kitap boyunca, Magnum’a dair anlatılan özgürlük masallarının ardında aslen ne kadar sert bir ahlâk felsefesiyle örülü bir yapıya dair anlatılar olduğunu görüyoruz. Dahası, kâr ilişkilerinin Magnum’dan da pek soyut olduğunu söyleyemeyiz.

Magnum, bir fotoğraf ajansı olmanın ötesinde bir ‘bilgi ağı’ydı. Özellikle televizyon öncesi II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, Magnum fotoğrafçıları, en ulaşılamaz yerlere ulaşıyor ve dünyada savaş sonrasında oluşan bilgi açlığını doyuruyorlardı. George Rodger’ın 1949 yılında Güney Sudan’da, kabile mensuplarının arasına karışıp onların hayatlarını fotoğraflaması, o günün koşullarında çok cesur ve önemli bir adımdı. Kitapta bu ve benzeri insanî adımları okurken bir yandan da magazinel bir mecra olarak Magnum’u keşfediyorsunuz. Öyle ki Magnum’un da sektörel ve duygusal ilişkiler ağında, özellikle de egonun böylesine önde olduğu bir alan olarak kendi çöküş ve çıkışlarını yarattığını görebiliyoruz.

Belki de kitabın ruh hâlini ve Magnum’u en iyi anlatan tanımla bitirmekte fayda var: “Bazen, tamamen şaka yollu olmayarak, dünyanın çeşitli yerlerinde her an 500 fotoğrafçının Magnum’a girmek ve 50 fotoğrafçının da çıkmak için can attığı söylenir. Bu tam olarak bütün gerçeği yansıtmıyor olabilir, fakat Magnum’un içeriden ve dışarıdan algılanılışındaki farklılığı yansıttığı kesindir.”



Sarphan UZUNOĞLU
TARAF - 15/02/2012

10 Şubat 2012 Cuma

Tiyatro Boyalı Kuş Şubat ve Mart'ta Boş Durmuyor...


***Tiyatro Boyalı Kuş’un 2009 İbsen Ödüllerine layık görüldüğü, Henrik İbsen’in Nora/Bir Bebek Evi adlı oyunu Feride Eralp ve Jale Karabekir’in çevirisiyle, Agora Kitaplığı’ndan 2012 yılında yayınlandı.


Bakınız: http://www.agorakitaplığı.com/katalog.php?p=0&katalog=1&kitap=365


***Tiyatro Boyalı Kuş’un İÇ SES adlı deneysel oyunu, son 6 gösteri, Cihangir/Sahne’de seyirciyle buluşacak.
21-28 Şubat 2012 Salı
6-13-20-27 Mart 2012 Salı
Saat 20:30’da
Cihangir/Sahne’de buluşmak üzere….


Her temsilde 46 seyirciyi konuk edebiliyoruz. Size uygun bir tarihi seçip, 0212 245 21 09’u arayarak rezervasyon yaptırabilir, ya da www.mybilet.com’dan biletinizi alabilirsiniz.

“Tanrı insanı yarattığında onu kendine benzer kıldı.
Onları erkek ve dışı olarak yarattı ve kutsadı.
Ve yaratıldıkları gün onlara "İnsan" adını verdi.”
-Eski Ahit-


Metin ve Reji: Jale Karabekir
Hareket: Esra Çizmeci
Müzik: Murat Hasarı
Kostüm: Kübra Erişir
Işık: Efe Sümer
Grafik: Bülent Kuzu
Ses: Burcu Hayal
Fotoğraf: Aslı Uludağ


Oyuncular: Şengül Özdemir ve Gökmen Kasabalı


İç Sesler: Sema Mağara ve Serhan Süsler


Diğer Sesler: Tilbe Saran ve Kaya Akarsu ve Pınar Oğuz


Günlerden bugün. Saat şimdi.
İÇ SES modern bir Adem ile Havva hikayesi.
Aynı zamanda da bir ‘konuşmama’ hikayesi.
Tiyatro Boyalı Kuş yeni oyunuyla, geleneksel tiyatro kalıplarına meydan okuyor!
İÇ SES bir ‘iç ses’ oyunu!
Oyuncuların konuşmadığı, düşüncelerinin ve iç seslerin konuştuğu bir performansla karşınızdayız.




Taktaki yokuşu, 2/B Cihangir (Firuzağa kahve arkası, Ağa Bilardo yani)
Bilet Fiyatları: Tam 30 TL, İndirimli 20 TL.


Biletlerinizi önceden temin etmenizi tavsiye ederiz!
Biletler için: www.mybilet.com, Rezervasyon için: 0212 245 21 09


jale karabekir
tiyatro boyalı kuş/genel sanat yönetmeni
istiklal cad. meşelik şok. 6/8 beyoğlu/istanbul
0212 245 21 09
0533 813 31 54
jale@tiyatroboyalıkus.com
www.tiyatroboyalıkus.com
"mutlu olacak cesaretiniz olsun!" -Augusto Boal-

7 Şubat 2012 Salı

Magnum - Efsanevi Fotoğraf Ajansının Hikâyesi



Agora Kitaplığı, efsanevi fotoğraf ajansı Magnum'un farklı, yoruma açık ve tartışma yaratacak hikayesini raflara taşımaya hazırlanıyor. Magnum - Efsanevi Fotoğraf Ajansının Hikâyesi isimli Russell Miller tarafından kaleme alınan kitap Tamer Tosun tarafından Türkçe hâle getirildi. Bu bağlamda Magnum fotoğrafçılarının hikayesine ve onların asıl hikayesini anlatan fotoğraflara bir bakış atmakta fayda var:

"Magnum bir düşünce, paylaşıma açılış insan kalitesi, dünyada olup bitene dair bir merak, olan bitene bir saygı ve onu görsel olarak doğru biçimde aktarmaya duyulan arzudur," diyordu Henri Cartier-Bresson  Magnum fotoğrafçılarını anlatırken...



1957 - Paris (Magnum'un aile fotoğrafı)

Magnum dünyaya dair bir meram anlatma telaşıydı. Bir yaratıcılık ve üretim kooperatifi. Güçlü kişisel vizyonların kooperatif bir güç ve kolektif bir iradeyle birleştiği bir 'kulüp', bir 'mücadele biçimi'.


2005 - Paris (Magnum'un güncel bir fotoğrafı)

Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz Eve Arnold'dan Robert Capa'ya fotoğraf tarihine geçmiş isimleri ve kareleri arşivlerinde barındıran Magnum, varlık sebebi olarak gerçeği belgeselleştirmeyi ve ona duyuran merakı gidermeyi öngörmüştü.

Ian Berry'den bir kare
İspanya İç savaşından günümüze Magnum, tarih konusunda benzersiz bir belgeleyiciliğe sahip oldu. Öyle ki bu belgeleyicilik, bazen objektivizm ve subjektivizm tartışmalarına konu olurken bazen de bu büyülü kolektifin içindeki tartışmalar bambaşka boyutlara ulaştı.

Magnum'un efsane üyelerinden Henri Cartier-Bresson ise haber fotoğrafçılığını sanat haline getirmişti. Hatta Capa ile bu sanat anlayışına dair sık sık tartıştığı da biliniyordu.

Adı ajansla özdeşleşen Robert Capa tarafından çekilmiş bir kare.

Capa'nın Savaş Gazeteciliği'nin ruhunu en iyi anlattığı fotoğrafı belki de...
 Agora Kitaplığı daha önce de Robert Capa'nın hayatı ve fotoğrafı üstüne Robert Capa isimli kitabı yayınlamıştı. Peki ya Capa kimdi?

Robert Capa, asıl adıyla Andre Friedmann, 20. yüzyılın en ünlü fotoğrafçıları ve fotoğrafçı-gazetecilerinden biri. Aklı ve gönlü Cumhuriyet'in kazanmasından yana olarak katıldığı İspanya İç Savaşı'nda çektiği "Vurulup Düşen Asker" fotoğrafıyla bütün dünyada ün kazanan, Almanya'dan Kuzey Afrika'ya, ABD'den Çin'e dünyanın neresinde çatışmalar, kitle eylemleri ve savaşlar varsa serüvenci ruhuyla ve barışçı tutumuyla kendini oraya atan, "Teknik olarak kötü ama güçlü bir görüntüyü, tekniği iyi ama zayıf bir görüntüye her zaman tercih ederim," düsturuyla mesleğini yürüten ve hem meslektaşlarının haklarını koruması hem de hevesli gençlerin bu meslekte ilerlemelerine yardımcı olmak amacıyla dört arkadaşıyla Magnum'u kuran fotoğrafçı.   



6 Şubat 2012 Pazartesi

Erden Kıral'ın Aynadan Yansıyan Hatıralar'ı Sabah Kültür-Sanat'ta

Erden Kıral, Aynadan Yansıyan Hatıralar adlı anı kitabında ülkücülerin Yılmaz Güney'i cezaevinde öldürme girişimini anlatıyor. Ama hayranı olan bir başka ülkücü Güney'e haber verince girişim başarısız olmuş. 


Olkan Özyurt - Sabah


 Biz, sinemamızın usta yönetmenlerinden Erden Kıral'ın son filmi Kuş'u beklerken, yönetmen anılarını yazdığı Aynadan Yansıyan Hatıralar kitabıyla karşımıza çıktı. Agora Kitap'tan çıkan kitapta Kıral, 1965'ten günümüze kadar gelen çetrefilli sinema macerasını ayrıntılarıyla anlatıyor. Kanal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Hakkari'de Bir Mevsim, Ayna, Mavi Sürgün, Dilan gibi uluslararası alanda başarılı olan pek çok filme imzan atan Kıral, yaşadıklarını içtenlikle anlatarak bir taraftan kendisiyle hesaplaşıyor diğer yandan da tarihe not düşüyor. Kıral'ın yönetmenlik yaşamı başarılarla, kimi sansasyonel olaylarla ve hayal kırıklıklarıyla dolu... Kıral kitabında, Yol filmindeki 'el çektirilme' olayının perde arkasını, başlamadan biten Hollywood macerasını, Berlin'de ödül aldıktan sonra Türkiye'de göz altına alınışını ve Yılmaz Güney'in hapishanede ülkücüler tarafından nasıl öldürülmek istendiğini detaylı bir şekilde yazmış.
YILMAZ GÜNEY HAPİSTEKİ HAMAMDA ŞİŞLENECEKTİ: "Cezaevinde Yılmaz'ın 'işini bitirmek' için, adi suçtan bir mahkûmu içeriye alıyorlar. (Organize işler.) Ülkü Ocak'lı bir genç Yılmaz'ın koğuşuna yerleşiyor. Yılmaz ise kendisine tuzak kurulduğunu önceden öğrenmişti. Çünkü onun Ülkü Ocakları'ndan hayranları vardı, bunu biliyorduk... Hamam günü o genç hamama gidecek ve hamamda Yılmaz'ı şişleyecekti. Yılmaz ise o gün daha erken hamama gider ve bir kurnanın başında beklemeye başlar. Adam gelir ve onun yanındaki kurnaya oturur. Yılmaz gencin elindeki havlunun içine konmuş şişi görür, sabunlanmaya başlayınca Yılmaz elindeki kaynar su dolu tası onun yüzüne fırlatır, üzerine atlayıp şişi ele geçirir, boğuşurlar, sonunda genç pes edip, her şeyi itiraf eder." 

ŞERİF GÖREN'E AYIP ETTİ: "Bayram'ın (Yol'un ilk versiyonu) çekimlerine (Ayvalık'ta) başladım. (...) Bir gece Fatoş otele geldi, "Yılmaz filmi durdurdu," deyiverdi. (...) Ben İzmir üstünden İstanbul'a, evime döndüm. Eşim (Tezer Özlü) beni karşısında görünce çok şaşırdı. Olayı anlattım. "Üzülme, sen iyi bir yönetmensin. Yoluna devam etmelisin," dedi. Yaşamımın en karanlık dönemiydi. Yeşilçam'da kazan kaynıyordu. "Erden çekemedi," diyorlardı. Güney Film bu filme devam etmek istedi, ama çok uzun süre çalışacak oyuncu ve teknisyen bulamadılar. (...) Sonra filmin yönetmenliğini Şerif Gören üstlendi. (Film Altın Palmiye kazandı.) Ama Yılmaz Güney'in gölgesinde kaldı. Fransız dağıtımcısı haklı olarakYol filmini Güney'in üzerinden tanıttı, çünkü Şerif tanınmıyordu. Bu doğru bir stratejiydi. Ancak burada duralım: Yılmaz Güney, Şerif'in adının afişin içinde kaybolmasına itiraz etmedi, sessiz kaldı. Bu, Şerif'e karşı bir ayıptı. Şerif'in bugün bile bu konuda incinmiş ve mağdur olduğunu düşünüyorum." 



BAŞLAMADAN BİTEN HOLLYWOOD MACERASI: 
"Cannon Prodüksiyon yapımcısı Menahem Golan'a Robert Altman, "Erden Kıral adlı bir yönetmen var. Neden onunla çalışlmıyorsun?" demişti.(...) Hanna Schygulla ona beni tanıdığını, filmlerimi gördüğünü söyleyince bir anda adım gündeme gelmişti. Kısacası, Menahem Golan benimle bir film yapmak istiyordu. Yapımcı M. Golan Venedik Film Festivali'nde buluşalım mı diye uçak bileti gönderince Venedik'e gittim. Hanna da daha sonra geldi "Filmi Venedik'te çek, adı da 'Venedik'te Fırtına' olsun" dedi. (...) Bir filmin starıyla yönetmeni anlaşamaz, didişmeye başlarsa yapımcı o filme yatırım yapmaz. Nitekim öyle de oldu. Ve benim Hollywood maceram başlamadan bitti. Halbuki Cannon, filmin afişlerini bile bastırmıştı." 

MÜREN VE ŞORAY'IN AFİŞ GERGİNLİĞİ: 
"Düğün Gecesi adlı bir film gerçekleştiriyorduk. Oyuncu kadrosunda Türkan Şoray, Zeki Müren ve Ajda Pekkan vardı. (...) Bu filmin afişi de sorun olmuştu: Zeki Müren adının Türkan Şoray'ın üstünde yazılmasını istiyordu. Türkan Şoray ise kendi adının yazılmasını... Sorunu Osman Seden, afişte her ikisinin adını çapraz, artı işareti şeklinde yazarak çözdü." 

İLK FİLMİM HÂLÂ GENELKURMAY'DA, VERİLMİYOR: 

"1968 yılında Saklambaçgazetesine Kadir İnanır'la Kum Çiçeği adlı fotoroman çekmeye başladım. Daha sonraları 35 mm.'lik orta metrajlı Kumcu Ali Yaşar adlı ilk filmimde birlikte çalıştık. Dolayısıyla, Kadir İnanır film setini ilk kez benim setimde gördü. Evimdeki halıyı satarak işe başladım. İlk sermayem buydu. Bu film ne yazık ki Güney Film'in deposundan Sıkıyönetim tarafından alındı ve kaybedildi. Ben, birkaç yıl önce basın üstünden Genelkurmay'dan filmi geri istedim ama sonuç alamadım." 

KEMAL SUNAL'I UÇAKTA ZOR YATIŞTIRDIK: 

"Kemal uçaktan (Moskova'ya gidiliyor) korkuyordu. Havaalanında lokantada Arif Keskiner, Kemal'e bir şişe içki içirdi. Kemal zom olmuştu. Uçağa iki kişinin kolunda bindi ve sızdı. Ama bir süre sonra ayıldı, çok tedirgindi. Uçakta Azerbaycan basketbol takımı oyuncuları da vardı. Moskova'ya yaklaşırken içlerinden biri, "Tabak göründü, biraz sonra düşeceğiz," deyince Kemal yeniden sarsıldı, zor yatıştırdık. Azeri dilinde 'tabak'sözcüğü 'alan', 'düşmek' fiili de 'inmek' fiiline tekabül ediyordu." 

BERLİN'DE ÖDÜL TÜRKİYE'DE KELEPÇE: 
"Berlin Film Festivali'nde Seçici KurulHakkâri'de Bir Mevsim'e Altın Ayı'yı vermiş. (...) Ne ki sabah nihai toplantıda ödül, Gümüş Ayı'ya çevrilmişti. "Türkiye Mayıs ayında Cannes'da Büyük Ödül'ü (Yol) aldı, sırasını savdı," falan denmişti. Hakkâri'de Bir Mevsim 'olağanüstü orijinalliğinden ötürü' Jüri Büyük Ödülü'ne layık görüldü. Film bunun yanı sıra dört ödül daha kazandı ama ben kırgındım. Çünkü film Türkiye'de Sıkıyönetim tarafından yasaklanmıştı.(...) Festival bitince İstanbul'a döndüm. Havaalanında polis beni gözaltına alıp, kalorifer peteklerine kelepçeledi: "Yasaklı filmi neden festivalde gösterdiniz?" Sorun buydu. Bense, "Filmin Alman ortağı var, onun tasarrufuydu," dedim ve beni salıverdiler." 

TAMER'DEN İTHAM: VATAN HAİNLERİ: 

"Berlin'de yaşarken film (Ayna) İstanbul Film Festivali'nde yarıştı. İstanbul'a gelmek istediğimde güvendiğim bir arkadaşım, "Gelme, ortalık karışık" demişti. Tercüman gazetesinde Rauf Tamer, Vatan Hainleri başlıklı bir yazı yazdı. Filmi neden Yunanistan'da çektiğimizi soruyor ve bize saldırıyordu. Berlin'de ormana gidip bir ağacın altında ağladığımı hatırlıyorum." 

3 Şubat 2012 Cuma

Kıral'ın Aynasındakiler




Krallar Kralı  setinde hızlı çalışma ve planların sırasız  çekimi nedeniyle kafam karıştı.  İşi bırakmaya karar verdim. Seti terk ederken Yılmaz, (Güney) “Gitme, sete dön! Başta ben de zorlanmıştım, sen de yapabilirsin,” dedi. Yılmaz müdahale etmese bir daha film yapımıyla belki de ilgilenmezdim. Benim açımdan tarihi bir andı.  


Bu cümlelerin sahibi, Türkiye sinemasını biçim ve içerik yönünden etkileyen, o sinemayı  siyasallaştıran, kapitalizmin saldırısı altında vahşice ticarileşmeye mahkum edilen Türkiye sinemasını yeni bir cephe ile tanıştıran Erden Kıral. Erden Kıral bu kendine özgü yolculuğu yine kendi kaleminden çıkan ve Agora Kitaplığı tarafından yayınlanan Aynadan Yansıyan Hatıralar – Benim Güzel Günlüğüm ile somut bir belgeye dönüştürüyor. Kıral, yarattığı özgün, sisteme aykırı ve kapitalist sanat üretim süreçlerinin özüne muhalif tarzıyla bu kez izleyicilerin değil, okurların konuğu oluyor. Sinemayı bırakmaktan vazgeçtiği o tarihi anın bizim için ne denli talihli olduğunu kanıtlıyor. 


Kitabın önsözünde Alin Taşçıyan'ın anlattığı gibi, bir Auteur olarak Erden Kıral, her ne kadar Yılmaz Güney etrafında şekillenen bir sinema yaratıcıları grubunun üyesi gibi görünse de her daim kendini gruptan ayırmayı becermiş; ama bir o kadar da grubun merkezindeki Yılmaz Güney'in etkisini de fazlasıyla hissettiren bir isim. Kendisinin Yılmaz Güney geleneğiyle arasındaki bağı özellikle Hakkari'de Bir Mevsim filminde ortaya koyduğu yönetmenlik performansında ve kitap boyunca bir sinemacı ve bir birey olarak göze çarpan Yılmaz Güney portresinin ağırlığı ile görebiliyoruz; Kıral'ı özgün kılansa sinemasının belgesel niteliğinin hiçbir zaman oryantalizmin sığ sularında kalmaması. Onun sineması hiçbir zaman “gitmesek de görmesek de bizim olan köyleri” gitmeyenerin gözünden anlatmadı. Hakikatle yüzleşmeyi bir görev bildi. Onu özgün bir yönetmen kılan ve bugünün çok konuşulan yönetmenlerinden bile ileri bir konuma getiren de zaten bu özelliğiydi. Genco Erkal'dan yarattığı ulus devlet travmasını yaşayan Hakkari'nin ortasına düşen o karakterin Türkiye'nin siyasal ve sanatsal tarihinde denk geldiği yerin bu denli önemli olması da Kıral'ın siyasal ve kültürel birikiminin doğal bir sonucu oluyor. 


Erden Kıral'ın kitabından naif bir 'anılar bütünü' beklemek yanlış olur, onun 'güzel günlüğü', hakikat kadar sert bir nitelik taşıyor; dahası Yeşilçam sinemasının kavgalı dövüşlü atmosferinin ortasında bir çift insan gözünün şahit olduklarının ifadesi oluyor. Kitap boyunca, Bilge Olgaç, Yılmaz Güney, Vedat Türkali, Osman Seden, Türkan Şoray, Zeki Müren, Kadir İnanır, Tezer Özlü gibi isimlerle ilgili  güzel anekdot var; ama bir o kadar da ego çatışmalarının, yaratıcı insanların dünyasının kaçınılmazı olarak rekabetin ve mükemmeliyetçiliğin arayışçı karakterinin izlerini de sürmek mümkün oluyor. 


Yılmaz Güney, kitabın ve Erden Kıral'ın hayatında önemli bir yer tutuyor; zaten aksi düşünülemezdi, doğrudan tarzı olmayabilir; ancak Kıral'ın jenerasyonu açısından Güney, sineması ve karakteriyle dominant bir figür.  Örneğin Kıral Umut filmi üstüne Yedinci Sanat dergisinde yayınlanan yazısına kitabında yer verirken, Güney'in yazıya dair olumlu değerlendirmesini o değerlendirmeden pek de önemli olmasa da mutlaka ekliyor, bu ya Erden Kıral'ın Güney'e olan saygısına ya da Pablo Neruda'nın şiirine dek uzanan o bilgeliğin sanatsal analiz gücüne dair tevazusuna işaret. 


Erden Kıral, uluslararası  ödüller ve prestijli festivallerde gerçekleşen gösterimlerle taçlandırdığı  sinema kariyerinin yanı sıra, bir sinema eleştirmeni olarak da çok büyük bir önem taşıyor. Kitapta da hem filmleriyle ilgili uluslar arası basında çıkan çeşitli eleştirilerin çevirilerine yer veriyor hem de sinemaya ve sinemanın belirli eserlerine dair görüşlerini aktardığı eleştirilerini alıntılıyor. Bu alıntılar özellike Kıral'ı eleştirmen kişiğiyle tanımak isteyenlere özel bir alan sağlıyor. 


Kıral, kendi kuşağındaki insanların birçoğunun yapamadığı bir şeyi yapıyor ve tecrübeleri ile görüşlerini belgeselleştiriyor. Hâlâ fazlasıyla ciddi bir üretim sürecinin içerisinde olmasına aldırmadan, bir birey olarak, bir yönetmen olarak, bir eleştirmen olarak varlığının belgesini bize sunuyor.  Üstelik sunuş biçimi de yazarın sinema dilinin gerçekçi, net ve anlaşılır tavrından arındırılmış değil. Kitapta, gereksiz ayrıntılarla süslenmiş bir içerik bulamıyorsunuz. Aksine, Kıral kitabının başına orkestrasının başına geçmiş bir şef gibi geçmiş ve cümlelerini de filmlerindeki yöntemini kullanarak arılaştırmış. Sözünü esirgememiş; ama cümleleri de 'tüketmemiş'. Üretmenin kutsallığına hep sadık kalmış. 


Kıral'ın hatıraları  elbette birçok insan için itiraz hakkı doğuracak. Bireyin subjektif olarak aklına işlediği hakikati aktarmasının böyle bir yanı  var. Tezer Özlü, Yılmaz Güney, Elia Kazan gibi birçok isme dair yazdıkları artık itiraz edilebilirliklerini 'bu dünyada' kaybetmişken, doğal olarak 'geride kalanlar'a da söz hakkı doğuruyor. Bu bağlamda da tartışmaların arkası geleceğe benziyor. Dahası, özellikle Yılmaz Güney gibi 'tartışılamaz' hâle getirilmiş bir figürü tartışmaya açacak olması bakımından da ayrıca bir önem taşıyor. Özellikle de Yılmaz Güney'in sinema konusundaki baskıcı karakteri ve dominant 'önermeci' yapısına yapılan vurgular Güney'in de bu 'eleştirilemezlik' zırhına nasıl kavuştuğunu gösteriyor. 
Kıral, kameranın arkasına saklanmayan bir insan olduğunu bu kitapla bir kez daha kanıtlıyor. Cüretkâr bir tavırla, fazlasıyla insani gözlemler ortaya koymaktan çekinmezken, hırsı ve inatçılığı ile ön plana çıkıyor; ama tüm bunlar günlük hayatın yahut sistemin bize dayattığı bir hırs yahut inatçılık değil; aksine dayatılanın fazlasıyla göz önünden uzak tutmak istediği türden yaratıcı ve yıkıcı bir karakter taşıyan bir inatçılık tipi ve aynı yıkıcılığı sergileyen bir hırs. Kıral; asla kaybetmediği 'ben'ini yanında taşıyor kitap boyunca. O ben birilerini kırabilir; ama Kıral'ın ta kendisini ve kurgulamak istediği sinema anlayışını, hayat anlayışını ele verse de asla ondan geri adım atmaya niyetli olmadığı gerçeğiyle de bizi baş başa bırakıyor.  Edebiyatın fazlasıyla içe dönük ama dünyayla da ölesiye kavgalı temsilcisi Tezer Özlü ile ilişkisine dair detayların ve kişisel ilişkilere dair anekdotların da yer aldığı kitap , özellikle de Kıral'ın günlük  hayatta yaşadığı şeylere ve törenler, gösterimler için gittiği ülkelerde yaptığı gözlemlere dair siyasi analizleriyle hayli geniş bir yelpazeye ulaşan bir içerik sunuyor.  


Kıral'ın Türkiye'deki izdüşümünü  hesaplamamız için muhtemelen bir mucize olması ya da Türkiye sinemasının kapitalizmin ellerinden hızla kurtulması gerekecek. Ama o, Hakkari'de Bir Mevsim'de; Bereketli Topraklar Üzerinde'de ortaya çıkardıklarıyla tarihin ve hikayesini anlattığı insanların aferinini almış güzel biri olarak kalacak. Dahası, o insanları hiç tanımayan; ama insan olmayı tanıyanların da saygısını hep sıcacık bir gülümseme gibi içinde taşıyacak. Tıpkı kitabının şu bölümünde olduğu gibi: 
Locarno’da Bereketli Topraklar Üzerinde filmiyle yarışmaya katılmıştım. Eşim Tezer (Özlü) de yanımdaydı. Fırsat bulduğumuzda tepedeki göle bakan küçük lokantalara kaçıyorduk.. Bir keresinde garson kız bizim Türk olduğumuzu öğrenince, “Bereketli Topraklar Üzerinde filmini biliyor musunuz?” diye sorduğunda Tezer, “Evet, o filmi bu adam yaptı,” diye yanıtladı. Yemeğin
sonunda genç  kadın hesabı almadı, “Benim misafirimsiniz,” dedi. 


Erden Kıral'ın Aynadan Yansıyan Hatıralar'ı, onu 'misafir' etmek isteyenler kadar, onu eleştirmek isteyenler için de bir şans yaratıyor; ama bu onun, sineması ile kurduğu dilin, birilerinin görmeyi sürekli reddettikleri bir gerçekliği göstermeye dair inatçılığının Kıral'a verdiği itibardan bir şey eksiltmiyor. Çünkü o, Türkiye'de olmasa da bambaşka bir toprakta garsonluk yapan bir üniversite öğrencisinin içindeki insanı ortaya çıkartabilmiş biri, sırf bu yüzden hayatı ve düşünceleri okunmayı ve içinize dokunmayı hakkediyor. Hele ki Hakkari'de Bir Mevsim'i ya da Bereketli Topraklar Üzerinde'yi izlese de anlayamamış, anlasa da anlamazdan gelmiş insanlarla dolu bu ülkede.


Sarphan Uzunoğlu - Radikal Kitap