roman cümlesi

"İnsan hayatı, okunması gerekli kitapların yanında çok, ama çok kısadır. İyi bir okuyucunun okuyabileceği kitap sayısı iki, üç bini geçmez. Bu nedenle asla rastgele okumamalıyız. Ben kitap değil, yazar okuyun derim." (Mehmet Eroğlu)

18 Haziran 2012 Pazartesi

"Biletiniz Buraya Kadar": Pisa Kulesi'ni Doğrultmak!

Melisa Kesmez
Radikal Kitap, 15 Haziran 2012

 

Bir düşüşün hikâyesi Romain Gary'nin 'Biletiniz Buraya Kadar'ı. Bir ömür şampiyon olma güdüsüyle yaşamış, her anlamda iktidarıyla gurur duymuş, aslında bütün kaybeden erkeklerin öyküsü bu...

Romanların denk geldikleri zamana, içine doğdukları gerçekliğe dair illa ki bir çift lafı var. Kitabı yazan ya da yayına hazırlayan kişilerin yetki alanından bağımsız bir şeyden bahsediyorum; daha kendiliğinden olan, belki de edebiyat tanrılarının bir el marifetiyle başardığı bir şeyden. Yıllar önce yazılmış da olsalar, tekrar tekrar çevrilmiş de olsalar, her kitap -senaryo gereği- bence kusursuz bir zamanlamayla dahil oluyor okurun hayatına. ‘Biletiniz Buraya Kadar’ı okuduğumda, ilk aklıma gelen şey bu oldu. Gittikçe harlanan, dokunanı yakan kadınlık-erkeklik tartışmalarının canımızı ziyadesiyle sıktığı şu günlerde, hem bir erkek hem de bir iş adamı olarak sahip olduğu ‘iktidar’ı yavaş yavaş yitiren ve gittikçe tükenen, neredeyse 60 yaşındaki bir adamın bunalımını anlatan bu romanın, sahneye –ilk kez olmasa da- doğru yerde girdiğini düşünüyorum. Erkin, erkekliğin, iktidarın, para hırsının, zaferin, gençliğin ve ilelebet genç kalmanın alabildiğine yüceltildiği bir ortamda, sahip olduğu kadını, cinsel gücünü, parasını, işini, statüsünü, itibarını, özetle her şeyini yitirme korkusuyla yüzleşen, her anlamda giderek ‘küçülmeye’ yüz tutmuş bir erkeğin, bir kaybedenin hikâyesini okumak bu anlamda enteresandı benim için. Büyük yazar Romain Gary’nin 1977 yılında yazdığı bu romanda, bugün içinde boğulmak üzere olduğumuz eril dünyaya ve onun iktidar savaşlarına dair çok fazla tespit var. Ve roman en çok bu yüzden bir kez daha (ve hatta bir kez daha) okunmayı hak ediyor. 

Jacques Rainier… 60’ına merdiven dayamış zengin bir iş adamı. Yer, Paris. 70’lerin sonu. Avrupa’da ekonomik dengelerin ‘bi tuhaf’ olduğu yıllar. Sermaye ve mülkiyet çok hızlı el değiştiriyor. Kapital sahiplerinin içlerinde bir kurt; onları nasıl bir gelecek bekliyor? Böyle bir ortamda, finansal anlamda sert bir virajı dönmeye çalışan Jacques, aynı zamanda bedeniyle de bir sınav veriyor. Jacques’in hayatında her şeyin –bedensel ve finansal anlamda- düşüşte olduğu ve –yine bedensel ve finansal anlamda- her şeyin kontrolünü yitirdiği, tükeniş duygusunun ağır bastığı bir dönem. Romanın içine serpiştirilmiş metaforlarını tek tek kesip saklamak istediğim Romain Gary’nin kaleminden de döküldüğü üzere; “Roma İmparatorluğu’nun çöküşü gibi bir şey” bu… Biçare, “Pisa Kulesi’ni doğrultmaya çalışmak gibi…” 

Aşk; karşılıklı, çok güçlü 

Bu karamsar atmosferin içinde bir aşk hikâyesi var; karamsarlığı artırıyor mu, azaltıyor mu, söylemek zor. Aşk; karşılıklı, çok güçlü. Tek düşmanı zaman ve zamanın madde yani beden üzerindeki tahakkümü. Laura, Jacques’ten 37 yaş genç. Bir Brezilyalı güzel. Altı ay önce ‘yanlışlıkla’ tanışmışlar. Zaman aleyhlerine işlerken, karşılıklı sonsuz bir kaybetme korkusu ele geçirmiş ikisini de… Jacques’in en büyük tedirginliği gittikçe azalan erkekliğinin, şimdilik fazlasıyla kanaatkar ve yumuşak başlı Laura’ya bir gün yetmeyecek olması. O kadar aşık ki ona: “Seninle karşılaşmamızdan önceki hayatım bana, bir taslaklar dizisi, kadın müsveddeleri, senin müsveddelerinin oluşturduğu bir diziymiş gibi geliyordu, Laura. Senden önce tanıdığım kadınlar, yazılan kitabın birer önsözünden başka bir şey değildi. Âşıkmış havasına girmeler, gelip geçen çeşit çeşit bir sürü kadın, yatıp kalkmalar, bunların hepsi, ‘gibi yapma’nın arkasına saklanan, ‘aşıkmış gibi davranma’nın ardına gizlenen özgün yetenekten yoksunluktan başka bir şey değildi.” Ancak Laura’ya olan aşkı onu ilk kez kendi gözünde ‘yetersiz’ erkekliğiyle yüz yüze getiriyor: “Laura’yla karşılaştıktan sonra, gerilemekte olduğumun gerçekten farkına vardım. Erkeklik hayatımda ilk kez, sevişmekten çok, sarılma edimi içinde olduğumu gözlüyor, bir şeyler duyumsayacağıma, yalnızca kendimi duyumsuyordum”, “İçimden coşkulu bir şarkı halinde boşalabilecek herşey, birer mırıltı haline gelmişti...” Ona göre Laura’yla acımasız bir dönemde karşılaşmıştı, sonbaharında olan bedeninin hizmet etmeyi reddettiği bir dönemdi bu. En sonunda işlerini tasfiye etme, dükkanı kapatma kararı alıyor Jacques. Hayatı boyunca gereğinden çok savaştığına kanaat getiriyor; ‘boks ringi’ diyor o hayata ya da ‘arena.’Laura’yla birlikte çekip gitmeye karar veriyor. 

Lakin bir gece odanın karanlığında beliren bir adam bütün dengeleri değiştiriyor. Bir yandan Jacques’in cinsellik temelli erkeklik takıntısı gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alırken, diğer yandan işin içine eksilen yerleri doldurduğunu sandığı fantazmalar giriyor. Aklının içinde ‘hayata gelebilseydim yeniden o olmak isterdim’ dediği bir karakter beliriyor ve her gerektiğinde Laura’yı tatmin etmek üzere onu yardıma çağırıyor. Gerçekle fantezi birbirine geçiyor o noktada. Hikâye, Jacques’in ‘son çözüm’ dediği yere doğru son sürat ilerlerken, onun roman boyunca duyduğumuz iç sesi, erkekliğiyle, zayıflığıyla, beceriksizliğiyle, kaybetme korkusuyla hesaplaşmaya ve Laura’ya olan aşkını dillendirmeye devam ediyor. 

Sert çatışmalar üzerine kurulan romanda, birbiriyle çarpışan kutuplar sadece kadın ve erkek ya da gençlik ve yaşlılık değil.Fransa ve Amerika , romanın pek çok yerinde hem finans hem de cinsellik kulvarlarında karşı karşıya kalan rakiplerden diğer ikisi. Mesela bir yerde “Biz Fransa’da bu alanda çok geri kaldık, yaşamanın tatlılığını giderek yitiriyoruz, elimizin içinden kaçırıyoruz, yakala¬mamız gereken, varlığı kabul edilemez bir kayıp bu” diyor Jacques’ın derdiyle alakalı olarak başvurduğu doktor, “ABD’de pratik canlandırma seansları düzenleniyor, porno filmler yapılıyor, popo enstitüleri kuruluyor, yanma¬yacak odunlar yanacak hale getiriliyor. Amerikalılar, hayat düzeyleri, sahip oldukları haklar bakımından bizden daha bilinçli, hayata bizden daha fazla asılıyorlar. ABD dünyanın son gerçek yarak-egemen toplumu. Batı bütün ağırlığıyla onların üzerine abanmış durumda... Batı’yı sırtında taşıyan onlar. Peki, ya bizde, sevgili dostum? Bizde? Oh la la!” 

Beri yandan, baba-oğul arasındaki ilişki, kitabın ana arterlerinden biri olarak, bir başka çatışma şekli olarak karşımıza çıkıyor. Jacques’in oğlu ile diyalogları ve onun hakkındaki iç konuşmaları babaların kendini ‘oğullarının sırtından yeniden yaratması’hikayesiyle alakalı çok şey söylüyor. Hatta romanın son cümlesi, ikisinin ilişkisini ve romanın en baştan beri neyin çevresinde dönüp durduğunu açık ediyor. O son cümleye kadar heyecanı kuvvetle muhtemel hiç azalmayacak okuru, son sayfada bir aydınlanma anı bekliyor. 

Bir düşüşün hikâyesi ‘Biletiniz Buraya Kadar’. Bir ömür şampiyon olma güdüsüyle yaşamış, her anlamda iktidarıyla gurur duymuş, kendini o iktidar gücüyle tanımlamış, ondan ibaret kılmış bir adamın nezdinde, aslında bütün kaybeden erkeklerin hikâyesi. Erkeğin zamanla ve kadınlarla olan sınavını anlamak adına oldukça ‘içeriden’ bir roman. Erkeğin bedenini didik didik ederken, zihninin dar koridorlarında el yordamıyla dolanıyor. Bir erkek için ‘zayıflık’ diye bilinen ne varsa, pat diye masanın üzerine koyuveriyor. 

BİLETİNİZ BURAYA KADAR 
Romain Gary 
Çevirien: Aykut Derman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder